22 Şubat 2022 Salı

Muhtarlık Teşkilatının Kuruluşu Osmanlı’da İmar Meclislerinin Teşekkülü, Meclis-i Vala-yı Ahkam-ı Adliye’nin Kuruluşu

                      

   

                                                    Mihriban KAYA


Modern bir kurumdur. II. Mahmut döneminde kurulduğu iddia edilir. Muhtarlık teşkilatının kurulmasından önce köy ve mahallelerde halk ile hükümet ilişkilerinde aracılık yapan kimselerin bulunduğu bunların “kethüda-ihtiyar” gibi adlarla anıldıkları bilinmektedir. Kırsal kesimlerde halkı Müslüman olan her köyde halkın katılımıyla birinci ve ikinci muhtar olmak  üzere iki kişi belirlenmiş bunlar hükümet onayını aldıktan sonra kendilerine verilen resmi mühürlerini alarak görevlerine başlamışlardır. “Tana Vilayeti Nizamnamesi”nin uygulamaya konulduğu 1864 yılı ve sonrasına kadar geçen sürede köylerde bu iki muhtardan başka imamlarında köy işlerinde kimi hizmetleri ifa ettikleri görülür.

Muhtarlık teşkilatı kurulurken seçimden çok atamanın geçerli olduğunu, muhtarların tayininde veya görevden alınmalarında mahalle veya köy halkının tercihleri ve yönelimleri göz önünde bulundurulmuştur.

Muhtarlık teşkilatı kurulmadan önce kimi köylerde halk muhtarın görevlerini üstlenen köy kethüdalarını veya ihtiyacını kendileri belirliyordu. 

İlk defa göreve gelen muhtarlardan olduğu gibi ; ölüm, acil, istifa vb. sebeplerden boşalan muhtarlıklar için de seçim yapılırdı. Bu seçimlerin sonucu kadı sicillerine kaydedilir aynı zamanda sancaktaki Defter Nazırlarına, Defter Nazırlarınca da İstanbul’daki Ceride Nezaretine bildirmesi gerekiyordu. Bu süreçte devlet hazinesinden muhtarlara bir ücretin ödenip ödenmediği bilinmemektedir. Muhtarlık kurumunun faaliyette geçmesinden Tanzimat’ın ilanına kadar geçen süre, sistemin yerleşmesi evresi niteliğini taşımakla birlikte daha çok yörenin ileri gelen ailelerinden kimselerin bu görevi fahri olarak üstlendikleri anlaşılmaktadır. Tanzimat ile birlikte devlet görevlilerine aylık bağlandığı için muhtarlarda bir ara memur olarak değerlendirilerek maaşa bağlanmak istenmişse de bunda başarı sağlanamamıştır. Özellikle muhtarlara ücret olarak ödenecek meblanın nasıl sağlanacağı köylere ne şekilde bölüştürüleceği konusunda daha önceden belirlenen yıllık bir ücretin köy bütçelerine eklenerek halkın gelirine göre bölüştürülüp düzenli vergilerle birlikte toplanması görüşü ağırlıktaydı. Köylerde muhtar ve ihtiyar heyetlerinin ikamet edebilecekleri ve görevlerini yerine getirebilecekleri iki oda bir sofadan ibaret bir dairenin yapılması isteği dile getirilmişti.

Dahiliye Nezareti bütün Vilayet ve Sancaklara birer tamim göndererek muhtarlıkla ilgili yöneticilerin ve ileri gelenlerin görüş ve düşüncelerini tespit etmeye çalışmış, ancak araya O. Dünya Savaşı’nın girmesiyle bu çalışmalar da anlaşıldığı kadarıyla bir sonuç alınamamıştır. 


2. Osmanlı’da İmar Meclislerinin Teşekküllü



Osmanlı İmparatorluğu 3 Kasım 1839’da ilan edilen Gülhane Hatt-ı Hümayun ilan yeni bir evreye girmiş, merkezileşme yolunda yeniden yapılanma süreci başlamıştı. Girişilen reform hareketleri hemen her alanda olmuş, merkezi hükümet ve taşra yönetimi baştan oluşturulurken; askerlik, hukuk, eğitim, maliye, sanayi ve bayındırlık alanlarında pek çok girişimler yapılmaya başlanmıştı.

Bu amaçla yapılan bir diğer önemli gelişmede 1845 yılında girişilmiş olan “İmar Meclisleri” uygulamasıdır. Bu yolla merkezî hükümet ve Tanzimat'ın uygulamasını yürüten Meclis-i Vala iki yönlü bir amaç gütmekteydi. İmar Meclislerinin kuruluşlarıyla ilgili ilk gelişmeler Meclis-i Vala'nın 1845 yılı açılış konuşmasında Abdülmecid'in direktifleriyle olmuştur.  Her yeni yılbaşı Muharrem ayında yapılan toplantılara Padişah ta katılıyor ve bir önceki yıl yapılanlar hakkında bilgi verdikten sonra gelecek yıl yapılması gerekenler hakkında isteklerini bildiriyordu. Bu amaçla Süleyman Paşa siyasetinde toplanan Meclis-i Vala'da yapılan toplantılarda Tanzimat reformlarının başarılı olabilmesi için özellikle uygulamaların yapıldığı bölgelerin sorunlarının bilinmesi gerekmekteydi. Böylece müslümanları ve gayrimüslim tebayı temsilen ikişer bölgesel temsilcinin İstanbul’a çağrılmasına karar vermişti. Böylece İmparatorluğun Anadolu ve Rumeli eyaletlerinde çağrılan temsilciler bir araya getirilerek kendilerinden bölgelerin sorunlarını yazılı olarak layihalar halinde bildirmeleri istendi. İsteklerin (sorunların) en önemlisi vergiler ile ilgiliydi. İkinci olarak ise ulaşımı ilgilendiren sorunlardı. Nehirlerin ıslahı, buradaki köprülerin tamiri-yenilerinin yapımı, yollar, içme suları gibi ülkenin imarını ilgilendiren sorunlardı.

Osmanlı İmparatorluğu 1845’te girişilen bu uygulama ile ilk kez eyaletlerden temsilciler çağrılıp düşünceleri alınarak ülke sorunları çözülmeye çalışılmıştı.

Böylece Meclis-i Vala Tanzimat’ın uygulamasında yeni bir yöntem uygulamış, bölgesel sorunları resmi kanallar yoluyla değil de bölgelerden seçilen temsilciler yoluyla çözmeye çalışmış ilk kez yönetim de halktan insanların fikirleri alınması yoluna gidilmiş. Geçici İmar Meclislerinin kuruluşu ve görevi için İmparatorluk Anadolu ve Rumeli'de on görev bölgesine ayrılmış ve her bölgeye üçer kişiden oluşan İmar Meclisleri gönderilmiş. Meclisler bir başkan iki üye ve bir kâtipten oluşmaktaydı. Meclis başkanları askeriyeden rütbeli kişiler arasından seçilmiştir. Üyeler ise özellikle mali işlerden anlayan bir sivil memur ve ilmiye sınıfına mensup bir görevliden oluşurdu. Böylece gittikleri yörelerde hem askeri hem idari hem de şer'i konularda inceleme ve denetleme yapabileceklerdi. Yazışmalar ise görevlendirilen kâtiplerce yürütülecektir. Ayrıca meclis, başkan üye ve kâtiplerine maaşlar bağlanacak gittikleri bölgelerde halka yük olmadan ihtiyaçlarını sağlamaları sağlanmıştır.

İmar Meclisleri gittikleri bölgelerde büyük sevinç gösterileri ve top atışmaları ile karşılanmışlardır. İmar Meclisleri gittikleri eyaletlerde var olan sorunları ve bölgenin imarını, ziraat ve ticaretinin geliştirilmesi için neler yapılmasının gerektiğini belirleyerek raporlar halinde Meclis-i Vala’da bildirecekler ve meclisce yapılması uygun görülenler için hükümet gerekli girişimleri başlatacaktı. Diğer taraftan yapılması kararlaştırılan yol, köprü ve limanların yapım projelerinin hazırlanması ve haritalarının çıkarılması amacıyla daha çok Subay ve askeri mühendisler görevlendirilmiştir.

Ancak bütün yaralı teşebbüsler Süleyman Paşa’nın Meclis-i Vala başkanlığından alınması ve kabineden meydana gelen değişiklikler yüzünden yarım kaldı. Bu amaçla yapılan tüm harcamalar yeterli kaynak ve yeterli ilgi gösterilmeyişi yüzünden yarım bırakıldı. Yapılan harcamalar böylece boşa gitmiş oldu.

Tanzimat’ın ilk yıllarında yürütüldüğünü gördüğümüz İmar Meclisleri uygulaması Tanzimatçı Mustafa Reşid Paşa ve Meclis-i Vala başkanı Süleyman Paşa olmak üzere yürütmeye çalıştıkları çok yönlü yararları görülebilecek bir girişimdi. Tanzimat dönemi sanayi hareketlerinde de görüldüğü gibi iç siyasi çekişmeler ve ilgisizlik yüzünden yarım bırakılmış, istenen sonuçlar alınamamış, girişilen projeler yapılan harcamalar da işe yaramamıştır.



3. Meclis-i Vala-yı Ahkam-ı Adliye'nin Kuruluşu


Osmanlı Devletinde yargı işleri daha çok kadılar tarafından yürütülmekteydi. Yargı işlerinde Kadının görev yaptığı kazada Kadılar her türlü adli uyuşmazlığı la bakar, noterlik vazifesi yapar örfi hukuka dayalı işlerde ise merkezden kendisine gelen önergelere göre hükümler verir. Osmanlı adalet sisteminde temyiz meselesi bazı yüksek rütbeli Kadı'lar tarafından gerçekleşen bir hadisedir. Yani Rumeli ve Anadolu Kadıaskerleri yürütür. Kadıaskerler Divan-ı Hümayun'da bu tür davalara bakar bunun dışında haftanın belirli günlerinde Sadrazam başkanlığında ve Şeyhülislam gözetiminde temyiz davalarını yürütür.

Huzur murafalarında Rumeli Kadıaskeri dava dinler varsa yanlış hükümleri düzeltir, dava sayısının fazla olduğu günlerde Sadrazamın onayı ile Anadolu Kadıaskeri temyiz davalarına bakar, hüküm verir, yine Sadrazam onayı ile emekli Kadıaskerleri temyiz davalarına bakar.

Sadrazam Omay durumu davaların fazla olduğu dönemlerdir, amaç davalara yardımdır. Bütün davalar Divan-ı Hümayunda görüldükten sonra alınan kararlar Padişah'ın onayı ile ferman, hatt-ı hümayun ile duyurulur. ( Divan-ı Hümayun Osmanlı Devletinde yaşama, yürütme, yargı işlerinin yapıldığı bir organdır).

19. yy' da Divan-ı Hümayun, Meclis-i Meşruyet'e dönüşmüştür. Tanzimat dönemi Osmanlıda temel değişim ve dönüşümlerin yaşandığı bir dönemdir. Devlet kurumları çağın koşullarına göre yeniden yapılanmıştır. 3 Kasım 1839’da okunan Tanzimat Fermanı bir takım değişimleri de bünyesinde barındırır. Osmanlı tebaasının can, mal vb. güvenliğinin sağlanması adil ve herkesin geliri ile orantılı bir vergi sisteminin oluşturulması bir de askerliğin kural usulüne getirip belli bir süreye bağlanması. Tanzimat ile eski kurumların yanına yenilerin getirilmesi zaman zaman uyuşan zaman zaman çelişen her iki kurumda da modern ve merkezi devlet yapısını amaçlayan vasfa sahiptir. Padişah bu dönemde yetkilerini kendi isteği ile sınırlarken yeni prensiplere uygun yeni kurumlar oluşturmaya başlanmasına Tanzimat devlet adamlarına zorunlu kılınmıştır.

Bu kurumların başına Divan-ı Hümayundan boşalan yeni 24 Mart 1838’de II. Mahmut tarafından Meclis-i Vala-yı Ahkam-ı Adliye, kuruldu, ve tıpkı Divan-ı Hümayun gibi mutlakiyetçi bir sistemde hükümdarın “Yasama, Yürütme, Yargı” haklarını onun adına kullanan bir kuruluş.

Bir yıl sonra ilan edilecek Tanzimat Fermanı Meclis-i Vaka'nın bünyesinde oluşmuş, şekillenmiştir. Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonra Meclis-i Vala ile çalışacak olan ve yüksek rütbeli devlet adamlarının katılımıyla Meclis-i Ali Umumi'de kurulmuştur. Meclis-i Ali Umumi bir senato gibi çalışacak Meclis-i Vala'da alınan kararlar burada kabul veya red edilecek veya değiştirilecek ve Padişahın huzuruna sunulacak. Böylece Osmanlı Devletinde kararlar kademeli bir şekilde danışma meclisleri süzgecinden geçerek aklın bir sonucu olarak yürütülecek. Mutlak monarşi yerine katılımın olduğu bir durum olacak. Tanzimat süresi boyunca Meclis-i Vala sabit bir yol izlememiş bölünüp birleştirilerek bir gelişim süreci izlemiştir. 1838-1854 ( tek yapılı) dönemindeki başarılı çalışmaları işlerin artmasına yol açmıştır. Devlet hayatını doğrudan ilgilendirdiği hemen hemen her konunun görüşülmesi karara bağlanması ile yargı ve yasama işleri yavaş oldu. Bundan dolayı Tanzimat ve Islahat Fermanının hazırlanıp uygulanması ihtiyaç oldu. Meclis-i Vala'nın kurucusu ve koruyucusu Mustafa Reşid Paşa, kendisine rakip kişiler ile zaman zaman çatıştı hatta yüksek rütbeli devlet adamlarını sorgulayacak elzem bir duruma getirdi. Meclisi Vala'yı. 1854’te Meclis-i Ali Tanzimat ve Meclis-i Vala'yı Ahkam-ı Adliye adıyla iki organ teşkil etti. Meclis-i Ali Tanzimat “Yasama” ile görevlendirilmiştir. Yeni meclis bakanlar kurulu ile eşit güce sahiptir.

Meclis-i Ali Ali Tanzimat yüksek rütbeli devlet adamlarını yargılayabilme yetkisine sahiptir.  Tanzimat hükümlerinin uygulanıp uygulanmadığını denetlemekle mükellef olan bir meclis olarak karşımıza çıkar. Osmanlı İmparatorluğunda Yasama gücü ilk kez diğerlerinden üstün sayılan özellikle Yürüttme ve Yargı'dan üstün sayılarak denetleme yetkisine sahip kılınmıştır, başına ise Mustafa Reşid Paşa’nın talebelerinden Ali Paşa getirilir.

9 Eylül 1861’de bu meclisler yeniden birleştirilir. Meclus-i Vala 1861’e kadar yüksek yargı işlerini yürütür, aynı zamanda kanun yapma görevi de vardır, yargı fonksiyonu ön plandadır. Ceza ve idari davalara bakan bir meclistir. 1861’de bu meclisler birleştirilir ve Meclis-i Vala  1868’e kadar yeni bir gelişme evresine girer. 1861-1868 arasında Meclis-i Vala 3 temel birime ayrılır.

1) Yasama  işlerini yürütecek “Kanun ve Nizamat Dairesi”

2) Ülke yönetiminde karar almaya yardımcı “Umur’ı İdare-i Mülkiye Dairesi”

3) Yüksek Temyiz Mahkemesi yetkisine sahip “Muhakemet Dairesi”


Dönemin Resmi gazetesi Takvim-i Veka-i'in 187. sayısında Tanzimat Fermanı metni ile yayınlanan ek bir fermanda Tanzimat sonrası modern adalet ve yargılama anlayışı açık bir şekilde beyan edilir.

Tanzimat Fermanı ile Türk modernleşmesi daha genele teşvik edilen bir vaziyet almaya başlamıştır. Artık Osmanlı modernleşmesi, askeri siyasi özellikle idari daha genele yönelmiştir. Tanzimat döneminin hukuk anlayışı Osmanlı vatandaşlarını yasalar önünde ister vüzera ister çoban olsun eşit bir yargılama hakkı getirdiği gibi Müslüman olsun olmasın bütün tebaya  eşitlik sağlayarak süregelen eşitsizliğe sin vermekteydi. Tanzimat Fermanı ilan edildiği zaman itiraz eden müslümanlar olmakla beraber itiraz eden gayrimüslimlerde vardı. Hukuk anlamında suçu işleyen suçlu idi varisleri o kabahattan hissedar değildi yani suçun şahsiliği. 1868’de Meclis-i Vala, Şura-yı  Devlet ve Divan-ı Ahkam-ı Adliye olarak ikiye ayrılmıştır. Şura-yı Devlet Mustafa Reşid Paşa tarafından yetiştirilen ikinci kuşak Tanzimatçı elitin eseridir.  Başta kurucusu Sadrazam Ali Paşa olmak üzere, Fuat Paşa, Mithat Paşa ve Ahmet Cevdet Paşa Şura-yı Devlet ve Divan-ı Ahkam-ı Adliye olarak iki ayrı bünyede biçimlenen bu meclisin biçimlendiricileri kurucuları olmuştur. 1864”te hazırlanıp yürürlüğe konulan “Tuna Vilayeti Nizamnamesine” göre vilayet teşkilatı yeni baştan düzenlenmiştir. Şura-yı Devlet ve Divan-ı Ahkam-ı Adliye 1868’de kurulur. 1868’de Sultan Abdülaziz'in de bulunduğu bir törende, Şûra-yı Devlet her bir Reis-i  Saninin başkanlığında Umur-i Mülkiye ve Harbiye Dairesi , Maliye ve Efkaf Dairesi, Adliye Dairesi, Umur-i Maifiya Ticaret ve Ziraat Dairesi, Mearif Dairesi, olmak üzere 5 daireye ayrılır. Görevleri ise yayımlanan 14 maddelik tüzükte belirtilir. Sûra-yı Devlet'e gelen konular öncelikli olarak ilgili olduğu dairelerde ele alınır, heyet tarafından görüşüldükten sonra sadarete gönderilir. Kararlar Padişah onayından sonra kesinleşerek resmi gazeteden yayımlanarak yürürlüğe girer.Divan-ı Ahkam-ı Adliye'de Devlet-i Adliye’de  davayı kanuniye için en yüksek mahkeme olarak kurulmuştur. Şer-i mahkemeler ile gayrimüslimlerin mahkemeleri dışında kalan istilaf mahkemelerinden gelen hukuk ve cinayet davalarına bakacak ve bir yüksek Temyiz Mahkemesi olarak çalışacak.

Böylelikle gayrimüslimlerde yönetime dahil olacak. Meclis-i Vala bir idari ceza mahkemesi olarak çalışır. Meclis-i Ali Umumi olarak paylaşılır. Bu dönem Osmanlı'da yargı bağımsızlığının başladığına işaret eder. Böylece Meclis-i Vala Osmanlı'da yargının laikleşip, bağımsızlaşmasına ve geliştiği kurum olarak Türk Hukuk ve Adalet tarihinde önemli bir yer işgal eder.


PRUT VE PASAROFÇA ANLAŞMALARI’NIN SONUÇLARI (1712-1716)

  

 ÖZET:

     1711 yılında Baltacı Mehmet Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu Rus ordusunu Prut nehri yakınlarında kuşattı. Yeniçerilerin disiplinsiz tutumu ve Avrupa’da Osmanlı’ya karşı yeniden kutsal ittifak oluşmasından çekinen Baltacı Mehmet Paşa, zor durumda kalan Çar I. Petro’nun isteğini kabul ederek Prut Antlaşması imzalandı. Anlaşma maddeleri şöyledir. Ruslar Azak Kalesini geri verecek ve İstanbul'da elçi bulunduramayacak İsveç Kralı ülkesine rahatça geri dönebilecek Ruslar Kırım ve Lehistan işlerine karışmayacaklar.

     Prut Antlaşmasının önemi ve sonuçları arasında; İstanbul  Antlaşması ile verilen yerler ve haklar geri alınmış, toprak kazanmaya yönelik politikanın ilk adımı olumlu sonuç vermiş, askeri üstünlüğe rağmen diplomatik bir kayıp olmuştur.


      Prut seferinden sonra Osmanlılar Karlofça Antlaşmasında kaybettiği toprakları geri almak için seferler düzenlemeye karar vermişti. Venedik Mora, Ege Adalarının bir kısmı ile Dalmaçya kıyıları gibi ticari ve iktisadi bakımdan zengin yerleri işgal etmekteydi. Prut savaşından önce I.Pedro tarafından isyana teşvik edilen Karadağlılar Venedik’e sığınmış ancak Venedik’in himayesinde korsanlık faaliyetinde bulunmaya başlamışlardı. Bunun üzerine Osmanlılar Venedik’e savaş ilan etti. III. Ahmed’in  fütühat girişimleri ve Karlofça sonrası hasımlarını birer birer yenmesi Avusturya’yı korkutmuştur 

      Avusturya cephesinde alınan ağır yenilgiler İstanbul’da tesirini göstermiş ve sadrazamlığa getirilen Damat İbrahim Paşa barıştan  yana tavır izlemeye başlamıştı. Böylece Osmanlılar daha fazla kayıp vermeden barış görüşmelerine başlamaya karar verdiler. Avusturya, Venedik, Osmanlı, Hollanda, İngiltere temsilciler Pasarofça’da bir araya geldiler. Ve 21 Temmuz 1718 tarihinde Pasarofça antlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşma ile Herkesin işgal ettiği topraklarlar kendi elinde kalacaktı. Osmanlılar bu antlaşma ile yalnızca toprak kaybetmemiş saygınlığına da büyük bir darbe inmişti. Pasarofça’dan sonra Osmanlılar Avrupa’ya karşı gaza yerine savunmaya yönelik politikalar izlemeye başlamıştı.


Anahtar Kelimeler: Prut Anlaşması, Pasarofça Anlaşması, Osmanlı Devleti, Rusya, Avusturya, Fransa, Venedik,  Paris Barış Anlaşması


        

                   
                          GİRİŞ

Osmanlı’da 1712-1716 Prut ve Pasarofça Anlaşması'nın sonuçlarını işlediğimiz bu çalışmanın sonucunda görülecektir ki, bu anlaşma aslında Osmanlı, Rusya ve Avusturya ilişkilerinin çok önemli bir safhasının başlangıcı olmuştur. 
Edirne vakasından sonra asillerin isteklerinden bir tanesi III.Ahmed’ in tahta geçmesi olmuştur. III. Ahmet ihtilal yapan unsurları ve yandaşlarını beş ay süren bir mücadeleden sonra devlet yönetiminden uzaklaştırmayı başararak Ocak 1704 de idareyi tam olarak ele almıştır. Bu dönemden sonra Osmanlı Devletinde radikal ıslahat hareketleri yapılmaya başlanmıştır. Osmanlı tarihinde Avrupa tarzında ilk yenileşme hareketi III:Ahmet döneminde başladı. Özellikle bu dönemde Osmanlılar Katolik Alman ,İtalyan, Polonya, ve Ortodoks Rusya ile olan mücadelesinde Fransa ile birlikte işbirliği yapmanın gerekliliğine inandılar. Ayrıca Karlofça sonrası barış siyaseti sürmeye devam etmiştir.
Çalışmamda, Prut ve Pasarofça Anlaşmasının tarihte ki kronolojik seyrine göre  Dünya ve Osmanlı tarihine etkileri, barış anlaşması öncesi diplomatik ilişkiler ve savaş sonrası yapılan barış anlaşmaları neticesinde ortaya çıkan durum çerçevesinde yer verdim.
Buna göre, III.Ahmet tahta geçtikten sonra  İsveç kralı on ikinci Şarl, Poltova’da Ruslarla yaptığı bir savaşı kaybederek, Osmanlı Devletine sığındı. Kralı takip eden Rus ordusu Osmanlı topraklarına girdi ve tahribatta bulundu. Bu durum üzerine Osmanlı Devleti,20 Aralık 1710 tarihinde  Rusya’ya sefer kararı almaya mecbur kaldı. Böylece gelecek 300 yıl boyunca Türkiye ile Rusya arasındaki Doğu ve Boğazlar meselesinin temel çatışma alanlarının ilk savaşı başlamış oldu.
Osmanlı ve Rus kuvvetleri temmuz ayında Prut Nehrinde karşı karşıya geldi ve Osmanlılar Rusları kıskaç altına alıp epeyce zaiyat verdi. Rusların büyük zaiyat vermeye başlayınca I. Pedro Osmanlılara sulh teklifi yapmaya karar verdi. Baltacı Mehmed Paşa Rus ordularını tamamen yok etmek yerine onların barış teklifine sıcak bakmaya başlamıştı.  Daha sonra alınan kararla sulh teklifi kabul edildi ve anlaşma metni hazırlandı.
Nitekim 23 Temmuz 1711 de Osmanlı Devleti bütün şartlar lehine olmasına rağmen Ruslarla Prut Anlaşmasını imzalayarak tarihi bir fırsatı geri tepmişti. Gerekçe ise sadrazamın ordunun dağılacağından ve antlaşma kısa sürede imzalanmazsa her şeyi kaybedeceği endişesinden dolayı bu fırsatı geri tepmiştir. Bu anlaşma ile Ruslar işgal ettikleri tüm topraklar ile İstanbul Anlaşmasıyla kaybedilen yerleri Osmanlılara geri vermeyi kabul ettiler. Ruslar eskiden olduğu gibi Kırım hanına vergi vermeye devam edecekti. Baltacı Mehmed paşanın bu başarısızlığı ve hakkında çıkan söylentiler nedeniyle III.Ahmet tarafından azledildi.
Prut seferinden sonra Osmanlılar Karlofça Antlaşmasında kaybettiği toprakları geri almak için seferler düzenlemeye karar vermişti. Venedik Mora, Ege Adalarının bir kısmı ile Dalmaçya kıyıları gibi ticari ve iktisadi bakımdan zengin yerleri işgal etmekteydi. Prut savaşından önce I.Pedro tarafından isyana teşvik edilen Karadağlılar Venedik’e sığınmış ancak Venedik’in himayesinde korsanlık faaliyetinde bulunmaya başlamışlardı. Bunun üzerine Osmanlılar Venedik’e savaş ilan etti. III. Ahmed’in  fütühat girişimleri ve Karlofça sonrası hasımlarını birer birer yenmesi Avusturya’yı korkutmuştur 
Avusturya cephesinde alınan ağır yenilgiler İstanbul’da tesirini göstermiş ve sadrazamlığa getirilen Damat İbrahim Paşa barıştan  yana tavır izlemeye başlamıştı. Böylece Osmanlılar daha fazla kayıp vermeden barış görüşmelerine başlamaya karar verdiler. Avusturya, Venedik, Osmanlı, Hollanda, İngiltere temsilciler Pasarofça’da bir araya geldiler. Ve 21 Temmuz 1718 tarihinde Pasarofça antlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşma ile Herkesin işgal ettiği topraklarlar kendi elinde kalacaktı. Osmanlılar bu antlaşma ile yalnızca toprak kaybetmemiş saygınlığına da büyük bir darbe inmişti. Pasarofça’dan sonra Osmanlılar Avrupa’ya karşı gaza yerine savunmaya yönelik politikalar izlemeye başlamıştı.
Bu çalışmanın Prut ve Pasarofça Anlaşmasının Osmanlı Tarihi açısından ve Avrupa Tarihi açısından bir dönüm noktası olduğu noktasının daha iyi anlaşılmasını sağlayacağını düşündüm. Çalışma boyunca döneme ait ana kaynaklar olmak üzere araştırma eserleri, makaleler ve kıymetli hocam sayın Prof. Dr. Mehmet KARAGÖZ’ ün bilgi ve birikiminden yoğun bir şekilde istifade ettim. Fakat eserde ki ilgili kısımlarda bu çalışmanın muhtevasını çok aşan ayrıntıya girmekten kaçındım. İlgili kısımlarla ilgili geniş bilgi için yine yeri geldikçe dipnotlarda belirtilen sayfalardan ulaşılabilir.







PRUT VE PASAROFÇA ANLAŞMALARI’NIN SONUÇLARI
(1712-1716)


                                                   Mihriban KAYA                                                                                                  

     XVII. yüzyılın sonlarında 1683’te Viyana Kuşatması ile başlayan ve dört devletle yapılan çok cepheli savaşlar on altı yıl sürmüştür.  Osmanlı Devleti’nin büyük kayıplar verdiği bu çok cepheli savaşlar 1699 yılında imzalanan Karlofça Antlaşması ile sona erdi. Ancak Karlofça Antlaşması’nı bir mütareke gibi gören ve kaybedilen toprakları geri almak isteyen Osmanlı yönetimi XVIII. yüzyılın hemen başlarında 1711 Prut Seferi’yle amacına kısmen ulaştı. Bu olayın ardından kendilerine güveni gelen Osmanlılar, Karlofça’da kayıplar verdiği Venedik üzerine bir sefer açmaya karar verdi. 
      1699'daki Karlofça Anlaşması Osmanlı'nın Macaristan'da ki hakimiyetinin sonu, Avrupalı hanedanının eşitliğinin tanınması ve Osmanlı'nın diplomasiye karşı yeni bir yaklaşım başlatması anlamına geliyordu.  Avusturya ve Osmanlı hükümetlerinin atadığı Marsigli ve İbrahim'in belirlediği yeni Osmanlı-Avusturya sının, Müslüman teorisyenlerin zihninde geçici görülse de, Tizsa ve Sava nehirlerinden geçiyordu. 
   III. Ahmet tahta geçtikten sonra  İsveç kralı on ikinci Şarl, Poltova’da Ruslarla yaptığı bir savaşı kaybederek, Osmanlı Devletine sığındı. Kralı takip eden Rus ordusu Osmanlı topraklarına girdi ve tahribatta bulundu. Bu durum üzerine Osmanlı Devleti,20 Aralık 1710 tarihinde  Rusya’ya sefer kararı almaya mecbur kaldı. Böylece gelecek 300 yıl boyunca Türkiye ile Rusya arasındaki Doğu ve Boğazlar meselesinin temel çatışma alanlarının ilk savaşı başlamış oldu. Nitekim Sadrazam Baltacı Mehmed Paşanın kumandası altındaki Osmanlı ordusu 9 Nisan 1711’de Rusya seferine çıktı.
       Lehistan Kralı II. August ile ittifak yaptı. Sadrazam Çorlulu Ali Paşa da Ruslar tarafından hediyelerle elde edilmişti. İsveç'ten yana bir tutum içinde bulunan Fransa’nın teşvikine karşın Sultan III. Ahmet ise barıştan yanaydı. Fakat Balkanlarda ki Rus faaliyetlerinin İsveç Kralı Demirbaş Şarl’ın da uyarısıyla anlaşılması üzerine, Sadrazam Çorlulu Ali Paşa azledildi. Rus tarafının savaş tehdidiyle birlikte toplanan savaş konseyinde, Rusların Osmanlı aleyhine faaliyetleri konusunda III. Ahmed ikna edilerek Aralık 1710’da Rusya’ya savaş açılması kararı verilmiş, Nisan 1711’de de sefer hazırlıkları Sadrazam Baltacı Mehmed Paşa’nın komutasında başladı. Bu arada Avusturya’ya savaşa neden oldukları ve Osmanlıların toprak kazanmak gibi amaçları olmadığı bildirildi. 
       Çar Petro, 1700’de imzalanmış olan İstanbul Antlaşmasının yenilenmesi sırasında İsveç Kralının iadesine ilişkin bir madde koydurmayı başardı ve İsveç Kralını Osmanlı’dan istemenin yanında, Eflak Boğdan ve Sırbistan ve Arnavutluk'un Ortodoks Osmanlı tebaasını da devlet aleyhine kışkırtmaktan geri kalmamıştır.
      Rus Çarı, Pedro 1711 Şubatında savaşa sebep olan bütün gelişmelerden Türklerin sorumlu olduğunu iddia eden bir “manifesto” hazırlayıp çeşitli yerlere göndererek harp kararı aldığını bildirdi. Bu suretle, 1711 Osmanlı-Rus savaşı (Prut Seferi) resmen başlamış oldu. 
       Çar, İstanbul Anlaşması (1700) hükümlerine bağlı kalmadı ve Azak Kalesini elde tutmak istedi. 9 Nisan 1711’de III. Ahmet, Prut Seferi adını alacak Rus Seferine çıktı. Baltacı Mehmet Paşa, Kırım Tatarları, İsveç Kazak ve Polaklarının yardımıyla, Prut Nehri üzerinde ki Falcı mevkisinde Rus ordusunu yendi. Yiyecek ve mühimmat sıkıntısı çeken Rus ordusu imha edilecekken, bol hediye aldığı için Baltacı, savaşa girişmedi, 
       23 Temmuz 1711’de Prut anlaşması her iki taraf tarafından reddedildi. Davut Paşa aynı gün, İbraim Kalesini Ruslara teslim etti. Bu anlaşmaya göre, Azak Kalesi, Osmanlılara iade ediliyor, Yenikale yıkılıyor, Lehistan ve Kazaklara müdahale edilmeyecek, Rus tacirler İstanbul ile ticaret yapabilecek, Müslüman esirler serbest bırakılacak, İsveç kralı güvenli şekilde ülkesine gidecek her iki taraf birbirinin ahalisine zarar vermeyecekti. 
        Osmanlı ve Rus kuvvetleri temmuz ayında Prut Nehrinde karşı karşıya geldi ve Osmanlılar Rusları kıskaç altına alıp epeyce zaiyat verdi. Rusların büyük zaiyat vermeye başlayınca I. Pedro Osmanlılara sulh teklifi yapmaya karar verdi. Baltacı Mehmed Paşa Rus ordularını tamamen yok etmek yerine onların barış teklifine sıcak bakmaya başlamıştı. Sadrazam Ordu erkanını toplayarak fikir alışverişinde bulundu. Daha sonra alınan kararla sulh teklifi kabul edildi ve anlaşma metni hazırlandı.
      23 Temmuz 1711 de Osmanlı Devleti bütün şartlar lehine olmasına rağmen Ruslarla Prut Anlaşmasını imzalayarak tarihi bir fırsatı geri tepmişti. Gerekçe ise sadrazamın ordunun dağılacağından ve antlaşma kısa sürede imzalanmazsa her şeyi kaybedeceği endişesinden dolayı bu fırsatı geri tepmiştir. Bu anlaşma ile Ruslar işgal ettikleri tüm topraklar ile İstanbul Anlaşmasıyla kaybedilen yerleri Osmanlılara geri vermeyi kabul ettiler. Ruslar eskiden olduğu gibi Kırım hanına vergi vermeye devam edecekti. Baltacı Mehmed paşanın bu başarısızlığı ve hakkında çıkan söylentiler nedeniyle III. Ahmet tarafından azledildi.
      İki devlet arasından yenik ayrılan Rusya, Prut Muahedesi ile siyasi ve iktisadi açıdan stratejik öneme sahip olan Azak bölgesi ve denizinden vazgeçmek zorunda kalmıştır. Ayrıca Ruslar kara yolu ile gelip gidecek Rus tüccarının dışında İstanbul’da elçi bulundurma hakkını da kaybetmişlerdir. Rusya kendisi için hem siyasi hem ticari açıdan büyük bir hayal kırıklığı anlamına gelen Prut Muahedesine uymamak için direnç göstermişse de Osmanlı Devleti karşısında bu muahedeyi iki yıl içinde iki kere yenilemek zorunda kalmıştır. Yapılan yenileme antlaşmasında ticaretten bahsedilmezken, Azak'ın yeniden Osmanlı Devleti sınırları içinde kalması ile Karadeniz’de sınırı kalmayan Ruslar, bölgenin içlerine çekilmiştir. 
       Osmanlı Devleti’nin meşru gerekçeler öne sürerek Aralık 1714’te Venedik’e açtığı seferin başlıca sebepleri şunlardır: Katolik Venediklilerin Mora halkı üzerinde baskı uygulayarak buradaki Ortodoks Rumları rahatsız etmesi ve bu durum karşısında Fenerli Rumların harekete geçmesi. Osmanlı Devleti’nin Karlofça Antlaşması ile Venedik’e bıraktığı Mora’yı geri almak istemesi. Venedik’in Osmanlı toprağı Karadağ’da isyan çıkarması. Venedik korsanlarının Karlofça Antlaşması’nın hükümlerine aykırı olarak, Akdeniz’deki Osmanlı ticaretine zarar vermeleri;
   Bu gerekçeler ile harekete geçen Osmanlı kuvvetleri tarafından karadan ve denizden kuşatılan Mora 1715 yılında fethedildi. Ardından Venediklilerin karşı saldırılarına karşı hazırlanan Osmanlı yönetiminde dönemin sadrazamı Damad (Şehid) Ali Paşa yaşanan gelişmeleri Avusturya hükümetine bildirdi. Sadrazamın Avusturya’ya gönderdiği mektupta Venedik’in Karlofça Antlaşması’nın şartlarına riayet etmediği belirtilirken, Venedik ile Osmanlılar arasında çıkacak bir savaşta tarafsız kalmaları istendi Osmanlı Devleti’nin isteğine olumlu cevabı vermeyen Avusturya, Venedikliler karşısındaki Osmanlı başarıları üzerine sıranın kendilerine geleceği düşüncesinden hareketle Venedik ile 13 Nisan 1716’da bir ittifak antlaşması imzaladı. 
        İttifakın ardından harekete geçen Avusturya yönetiminin Babıâliye gönderdiği mektupta, Karlofça Antlaşması’nın ihlal edildiği ifade edilirken, Osmanlıların Venedik’ten aldıkları yerlerin iadesi istendi. Yaşanan gelişmeler karşısında tavrını değiştirmeyen Osmanlı yönetiminde İspanya Veraset Savaşları sebebiyle yorgun olan Avusturya’dan Karlofça Antlaşması’nın intikamını alma düşüncesi hâkimdi. Nitekim bu sebeple İngiltere ve Hollanda elçilerinin arabuluculuk teklifleri kabul edilmedi. Ardından Davutpaşa ordugâhında padişahın da katıldığı ve oldukça tartışmalı geçen toplantı sonucunda Sadrazam Ali Paşa’nın baskılarıyla Avusturya’ya savaş ilan edildi. 
         Yapılan plana göre Mora Seraskeri Kara Mustafa Paşa ve Kaptanıderya Canım Hoca Mehmed Paşa Korfu’ya hareket ederken, Sadrazam Ali Paşa komutasındaki ordu Avusturya üzerine gitti. Ancak Prens Eugen komutasındaki Avusturya kuvvetleri Varadin taraflarında yapılan savaşta (Peter Varadin) Osmanlı kuvvetleri ağır bir yenilgi aldı ve Sadrazam Ali Paşa şehit oldu. Bu olayın ardından Osmanlı ordusunun Belgrad’a çekilmesi üzerine Banat bölgesi ve Temeşvar Avusturya kuvvetlerinin eline geçti. Yaşanan gelişmeler üzerine devlet erkânı arasında Avusturya ile bir barış yapılması fikri gündeme geldi. Osmanlı devlet adamları arasındaki görüş ayrılıklarına rağmen barış fikri ağırlık kazanınca İstanbul’da bulunan İngiltere, Fransa ve Hollanda elçileri ile arabuluculuk yapmaları için temasa geçildi. Ancak arabulucuların yaptıkları ön görüşmelerde Avusturya’nın Temeşvar’ın Osmanlılara iadesini kabul etmemeleri ve Belgrad’ın da kendilerine terk edilmesi talepleri üzerine tekrar savaşa başlandı. 
        Başta III. Ahmed olmak üzere Osmanlı devlet adamlarının her daim akıllarında tuttukları Zenta hezimeti ve Prens Eugen korkusu, Prut’ta Büyük Petro karşısında mutlak bir zafer kazanılmasına rağmen hiç unutulmadı. Dahası bu korku 1714’te Mora’da başlayan Osmanlı-Venedik harbinin 1716’da Avusturya’nın da müdahil olduğu bir savaşa dönüşmesiyle daha da fazla hissedilmeye başlandı. Bunda da pek haksız sayılmazlardı. Zira Petervaradin’ de Sadrazam Ali Paşa’nın şehadetiyle neticelenen büyük hezimet bir kez daha Zenta günlerindeki endişeleri depreştirdi. Ayrıca Petervaradin’ den sonra Osmanlıların ardı ardına birçok kaleyi kaybetmesi ve sonunda Prens Eugen komutasındaki Avusturya ordusunun Belgrad’ı ele geçirmesi Osmanlı yönetimi için psikolojik bir yıkımdı. 
         Osmanlı Devleti ile Avusturya arasındaki barış görüşmeleri aslında 1717 sonbaharında başladı. Fakat bu teşebbüs Belgrad’ın istilası üzerine akim kaldı. Belgrad’ın düşmesi Sadrazam Halil Paşa’nın azledilmesine ve yerine Tevkii Mehmed Paşa’nın tayin edilmesine sebep oldu. Yeni sadrazam da 19 Ekim 1717’de Avusturya’ya sulh teklif etti. Mehmed Paşa, ordunun içinde bulunduğu kötü vaziyeti gerekçe göstererek barış yapılması gerektiği yönünde III. Ahmed’e takrirler gönderdi. İstanbul’da da Sadaret Kaymakamı İbrahim Paşa’nın desteğiyle barış isteyenlerin sesi daha fazla duyuldu. Hem cepheden gelen kötü haberler hem de başkentte İbrahim Paşa’nın sulh taraftarı olması III. Ahmed’in de sulh teşebbüsünü desteklemesini sağladı. Ancak Viyana’nın daha fazla toprak kazanma arzusu yüzünden bu tekliften de bir netice elde edilemedi. Dahası görüşmeler, 1717 sonbaharında Avusturya’nın Bosna üzerine ordu sevk etmesiyle başlamadan sona erdi. 
       Aslında Prut seferinden sonra Osmanlılar, Karlofça Antlaşmasında kaybettiği toprakları geri almak için seferler düzenlemeye karar vermişti. Sıra Venedik’e gelmişti. Venedik Mora, Ege Adalarının bir kısmı ile Dalmaçya kıyıları gibi ticari ve iktisadi bakımdan zengin yerleri işgal etmekteydi. Prut savaşından önce I.Pedro tarafından isyana teşvik edilen Karadağlılar Venedik’e sığınmış ancak Venediğin himayesinde korsanlık faaliyetinde bulunmaya başlamışlardı. Bunun üzerine Osmanlılar Karlofça Anlaşmasının genel havasının bozulduğunu ileri sürerek Venedik’e savaş ilan edildi. Sadrazam Silahtar Damat Ali Paşa komutasında yürütülen seferler neticesinde Venediklilere karşı büyük başarı kazanılmış, Mora ve çevresindeki adalar ile Girit’te bazı kaleler alınmıştı.
         III. Ahmet’in fütühat girişimleri ve Karlofça sonrası hasımlarını birer birer yenmesi Avusturya’yı korkutmuştur. Osmanlıların Dalmaçya ve Hırvatistan taraflarına yönelmeleri üzerine Avusturya ,Venedik ile bir anlaşma yapmış, Venedik’in yanında Osmanlılarla savaşma kararı almıştır. Her iki taraf arasında yapılan savaşı Avusturya kazandı ve Osmanlı Devleti büyük bir darbe aldı ayrıca sadrazamda bu savaşta şehit düşmüştü.1716’daki yenilgiler 1717 de artarda devam ederek Temeşvar ve Batı Eflak’ı  geri almak ile uğraşılırken , Avusturya daha atik davranarak Belgrad’ı işgal etti.
       Avusturya cephesinde alınan ağır yenilgiler İstanbul’da tesirini göstermiş ve sadrazamlığa getirilen Damat İbrahim Paşa barıştan  yana tavır izlemeye başlamıştı. Böylece Osmanlılar daha fazla kayıp vermeden barış görüşmelerine başlamaya karar verdiler. Avusturya, Venedik, Osmanlı, Hollanda, İngiltere temsilciler Pasarofça’da bir araya geldiler. Ve 21 Temmuz 1718 tarihinde Pasarofça antlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşma ile Herkesin işgal ettiği topraklarlar kendi elinde kalacaktı. Osmanlılar bu antlaşma ile yalnızca toprak kaybetmemiş saygınlığına da büyük bir darbe inmişti. Pasarofça’dan sonra Osmanlılar Avrupa’ya karşı gaza yerine savunmaya yönelik politikalar izlemeye başlamıştı.

















                     KAYNAKÇA

ÖZCAN, Abdülkadir, TDV. İslam Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/pasarofca-antlasmasi 

KURTARAN, Uğur, “Pasarofça Antlaşmasına Göre Yapılan Sınır Tahtid Çalışmaları ve Belirlenen Yeni Sınırlar”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, c.11/55, 2018, s.283 

ALTINAY, Ahmet Refik, Osmanlı'nın Felaket Seneleri (1683-1699), çev. Muammer Yılmaz, İstanbul 2015, s.144 

SÜRGEVİL, Sabri, Değişim Sürecinde Türkiye (1698-1908), Türkiye Tarihi Uygarlıkları, c. V., İzmir 2012,s. 17-18 

YILDIZ, Hakan, 1711 Prut Seferi’ nin Lojistik Faaliyetleri, İstanbul 2000, s. 18 

ERDOĞDU, Akif, Osmanlı Tarihi (1299-1922), Türkiye Tarihi ve Uygarlıkları, c. IV., İzmir 2011, s.183-184 

 FİDAN, Murat, Osmanlı-Rus Ticarî Rekabetinin İki Devlet Arasında ki Antlaşmalara Yansıması, Samsun 2002, ss.8-9

KURTARAN, Uğur,  “Pasarofça Antlaşmasına Göre Yapılan Sınır Tahtid Çalışmaları ve Belirlenen Yeni Sınırlar”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, c.11/55, 2018, s.287

AFYONCU, Erhan,  “Harp ve Sulh", 300. Yılında Pasarofça Anlaşması Uluslararası Sempozyumu Bildirileri , (Milli Savunma Üniversitesi İşbirliğiyle),İstanbul 2019, s.1-5

1965 YILI SONRASI TÜRKİYE’DE KIBRIS MESELESİ



                                               *Mihriban KAYA


        Türkiye'nin dış siyasetinin sükûnetini tehdit eden Kıbrıs Sorunu, 1959-60 Zürih ve Londra antlaşmaları ile bir çözüme bağlanmış, fakat 1963’te Rum idaresinin adanın tümünü ele geçirmek için ada Türklerine karşı giriştikleri hücum ve katliamlar ada rejiminin garantörü olarak Türkiye'yi harekete geçmeye mecbur bırakmıştır.

      Türk uçaklarının Kıbrıs üzerinde ikaz uçuşları yapması, ABD başkanı Johnson'un o tarihe Ankara’da koalisyon hükümetinin başında bulunan İnönü’ye mektup yazarak Türkiye'yi bir Sovyet müdahalesinde koruyamayacağını bildirmesine neden olmuştur. Türkiye’nin 1974’te adaya asker çıkarmasının anlaşmalara dayanan haklı ve meşru bir hareket olduğunu hesaba katmayan ABD başkanı Carter, Türkiye'ye silah ambargosu koymuştur. Çok hassas bir noktada, yani Sovyetler sınırında bulunan bir müttefikine ABD’nin koyduğu ambargonun yarattığı parça eksikliği, Türk savaş uçaklarının havalanmasını engellediği gibi başka birçok sıkıntılara da neden olmuştur. 

      Bu olayların arkasında acı gerçekler mevcuttu. Ülkeler birbirine ne kadar yakın olursa olsunlar, çoğu kez kararlarını, lobilerin baskısı ve kültürel, dini tercihlerine göre vermekteydiler. Halkın oyu ile yasama ve yürütme organlarını seçen demokrasilerin, bilhassa ABD gibi büyük devletlerin kültürel, ekonomik, dinsel baskılara göre hareket etme ihtimali çok büyüktü. Kıbrıs siyaseti nedeniyle Türkiye’ye yöneltilen tehdit ve ambargolara karşı, Ankara'nım eli kolu bağlıydı. Türkiye'nin NATO’dan ayrılarak Sovyetlerin idaresindeki Varşova Paktı’na girmesi, her ne kadar böyle bir tehdit savunanlar olmuşsa da, düşünülemezdi. Türkiye kendi başına, bağımsız hareket edecek durumda olmadığı için, Amerikan tehditlerine karşı susmak zorunda kalacaktı. 

     


   Kıbrıs Sorunu günümüzde halen çözülmüş değildir ve tüm uğraşılara rağmen çözüleceğe de benzemiyor, çünkü Kıbrıs Rum idaresini Yunanistan ve Avrupa Birliği üyelerinin büyük bir kısmı desteklemektedir. Kıbrıs birçok çözüm teklifini reddetmekle kalmayıp, Türkiye limanlarının (hem de mütekabiliyet olmaksızın) Kıbrıs gemilerine açılması konusunda da ısrar etmektedir. Keza Türkiye’de Kıbrıs Rum bölgesi devlet olarak tanımamaktadır. Kıbrıs Sorunu esasen Yunanistan kendi topraklarında yaşayan Türklere Müslüman denmesi için ısrar ederek, milliyeti dinin belirlediğini öne sürmektedir. Diğer yandan 5-6 Eylül 1955’’te İstanbul’da Rum mağazalarının yağlanmaması, Yunan pasaportu ile Türkiye'de oturan veya iş sahibi olan Rumların oturma izinlerinin yenilenmemesi, İstanbul'da 1940’larda en az 80.000 olan Rum nüfusunun hemen hemen hepsinin Yunanistan’a veya başka yerlere gitmesine neden olmuştur. Bugün İstanbul Rum nüfusu 5000’in altındadır. Rum kilise vakıf mallarının tasarrufunun dondurulması, Halkalı din okullarının kapatılması gibi kararlar Yunanistan’la gerginliği arttırmıştır. 

       Tüm bunlara Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin durumunu eklemek de yerinde olacaktır. Lozan Antlaşması ile patrikhane bir Türk kurumu sayılarak, Türk kanunlarının hükmü altına sokulmuştur. Patrikhane ise evrensel olduğunu iddia ederek uluslararası kanunlara tabiî olduğunu savunmaktadır. Bu istek gerçekleşirse, patrikhane Türk kanunlarına değil, uluslararası hukuka tabi olarak devlet içinde devlet haline gelecektir. Ortodoks Hristiyanlarının hemen hemen tümünün milli kiliselerine ve kendi milli devletlerinin kanunlarına tabii oldukları düşünülürse, İstanbul Patrikhanesi’nin ekümenlikten nasıl bir amaç güttüğü anlaşılabilir. Diğer yandan İstanbul Patrikhanesi'nin bir Bizans ve Osmanlı kurumu olduğu göz önünde tutulursa, Yunanistan tarafından haklı veya haksız yere kendi çıkarları için kullanılması uygunsuz olacaktır. Ortodoks bayramlarında yüzlerce Yunanın İstanbul’a gelerek patrikhanede kilise ayinlerine katılması, hatta bazı nikâhların orada kıyılması, eski tarihi milliyetçilik iddialarını ayakta tutmak anlamına gelmektedir.

      Fakat Yunanistan ile Türkiye arasında ki en büyük sorun, Ege ve Doğu Akdeniz hava ve deniz sahası kontrolüdür. Yunanistan kendi sahillerinin 12 mil olduğunu iddia ederek Türkiye’nin Ege Denizi’ne çıkışını engellemek istediği gibi, bu denizde bulunacak petrol ve gaz yataklarına da sahip çıkmaktadır. Son zamanlarda Doğu Akdeniz'de bulunduğu söylenen çok zengin gaz yataklarına yalnız Kıbrıs ve İsrail’in sahip çıkması, durumu bir kat daha karışık hale sokmaktadır. Şunu da vurgulamak gerekir ki AKP hükümetinin Kıbrıs Sorununu çözmek için 2004 senesinde Rumlara ödün vermeye hazır çabaları, adada Rauf Denktaş’a karşı olan Başbakan Mehmet Ali Talat'ı desteklemesi ve Kıbrıs Sorununun çözümünü Birleşmiş Milletlere ve Kıbrıs halkına bırakmaya razı olması netice vermemiştir. Çünkü Yunanistan, Kıbrıs hükümeti aracılığıyla adaya mutlak hakim olmak istemiştir.

        Adanın Türk bölümünün 1983'te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) adı altında ayrı bir devlet olarak ilan edilmesinden sonra KKTC'yi Türkiye'den başka hiçbir ülke tanımamıştır. Yunanistan AB’ye üye olmuş bir Türkiye’nin kendisi için daha güvenli olduğuna inanmakla beraber, Kıbrıs Sorununu kendi lehine sonuçlandırmak için, Türkiye’nin AB üyeliğini koz olarak kullanmaktan geri durmamaktadır. Her ne kadar Türkiye- Yunanistan ilişkileri 1999’dan beri bir hayli düzelmiş ve Yunanistan’ı kasıp kavuran borçlarını ödeyememe krizi havayı daha da yumuşatmışsa da, iki ülke arasında çok yönlü sorunlara çözüm getirememiştir. Ekonomik krize ve aşikar olan tasarruf ihtiyaçlarına rağmen Yunanistan askeri harcamaları yüksek tutmaya devam etmiştir. Ege, Akdeniz, Kıbrıs ve Yunanistan zincirleme olarak Türkiye’nin başlığa dış sorunları olmaya devam etmektedir. Bu arada, Rauf Denktaş'ın 2012 senesi başlarında ölümü, Kıbrıs ve Yunanistan siyasetlerini çok iyi bilen bir vatanseveri ülkesine hizmet etmeye devam etmekten mahrum etmiştir. 

        Kıbrıs Sorunu, Koalisyon karmaşaları ile beraber (1971-1980) CHP döneminde ivme kazanmıştır. Türkiye’de dönemin dış siyasetine bakıldığında;  CHP'nin ortanın solu politikasını yürütmeye ve demokratikleşme hareketlerine önem vermesine karşılık MSP, İslam’ı ön plana çıkararak daha fazla oy kazanıp iktidarı eline geçireceğine inanmaktaydı. Her ne kadar iki parti arasında imzalanan işbirliği protokolünde Ceza Kanunu’nun sosyal düşünceyi ve kültürel özgürlüğü kısıtlayan 141. Kanunu’nun sosyal düşünceyi ve kültürel özgürlüğü kısıtlayan 141, 142, 163. maddelerini kaldırma konusunda anlaşma sağlanmış olsa da, partilerin inanç, yani din hürriyeti hakkında ki görüşleri aynı değildi. Başbakan Ecevit ve Başbakan Yardımcısı Erbakan hem birbirlerinden çok farklı dünya görüşlerine sahiptiler, hem de aralarında güvensizlik hakimdi. 

   Nitekim Kıbrıs Çıkartması iki parti arasındaki anlaşmazlıkların su yüzüne çıkmasına yardım edecektir. Türk dış siyasetinin büyük bir sorunu olan ve Türkiye'nin Avrupalı müttefikleri ile arasının açılmasına neden olan Kıbrıs Sorunu, Yunanistan'ı 1966’den beri idare eden askerî cuntanın adanın cumhurbaşkanı Makarios'u bir darbe ile iktidardan düşürerek adayı kendilerine bağlama planlarından kaynaklanmıştır. 1960 Londra ve Zürih antlaşmalarında tespit edilen esaslara göre,  ada rejimini herhangi bir taraf tek başına değiştirmeye kalkarsa, garantör ülkeler birlikte veya tek başına değiştirmeye kalkarsa, garantör ülkeler birlikte veya tek başına eski rejimi korumak amacı ile harekete geçebileceklerdir. Türkiye’nin beraber hareket etme teklifini İngiltere reddedince, Türkiye tek başına 20-22 Temmuz ve 14-16 Ağustos 1974’te adaya Barış Harekatı olarak isimlendirdiği askeri çıkarmayı gerçekleştirmiştir. Adaya asker çıkarmakta temkinli davranmak isteyen CHP'den farklı olarak MSP adanın tümünü işgal etmek istemiş, sonra Ecevit’in kazandığı büyük prestij karşısında ada harekatını kendisinin başlattığını öne sürmüştür. 

         Türkiye'de Kıbrıs Harekatının iç politikada bazı etkileri olmuştur. CHP'li başbakan Ecevit, kendisinin seyahat veya başka nedenlerle makamından ayrıldığı dönemlerde, başbakan yetkilerini eline alan Erbakan'ın bu yetkileri tek taraflı kullandığından şikayet etmekteydi. Koalisyon hükümeti Eylül 1974’te Ecevit’in istifası ile dağılınca yeni hükümeti kurma görevi Sadi Irmak'a iki defa verilmiş, Irmak başarı sağlayamayıp Ecevit tekrar hükümet kurmayı reddedince vazife Süleyman Demirel’e düşmüştür. Ecevit’in 1974 Kıbrıs Çıkartmasından faydalanarak tek başına hükümet kurma düşüncesi CHP'nin gerçek bir demokratik parti olmasını önlemiştir. 

Kıbrıs Sorunu günümüzde halen (2020) çözülmüş değildir ve tüm uğraşılara rağmen çözüleceğe de benzemiyor, çünkü Kıbrıs Rum idaresini Yunanistan ve Avrupa Birliği üyelerinin büyük bir kısmı desteklemektedir. Kıbrıs birçok çözüm teklifini reddetmekle kalmayıp, Türkiye limanlarının (hem de mütekabiliyet olmaksızın) Kıbrıs gemilerine açılması konusunda da ısrar etmektedir. Keza Türkiye’de Kıbrıs Rum bölgesi devlet olarak tanımamaktadır. Kıbrıs Sorunu esasen Yunanistan kendi topraklarında yaşayan Türklere Müslüman denmesi için ısrar ederek, milliyeti dinin belirlediğini öne sürmektedir.


Teşekkür ederim.

İstanbul / 2022



Kırım Harbinin Avrupa Tarihi Açısından Önemi




     Kırım Savaşının Avrupa Tarihi açısından önemini işlediğim bu çalışma sonunda görülecektir ki, bu savaş aslında bir anlamda ilk modern dünya savaşı hükmünde gerçekleşen bir savaş niteliğindedir.Kırım Savaşı sonucunda Islahat Fermanı’nın hükümlerinin yer aldığı Paris Antlaşması'yla Avrupa Devletleri’nin gayrimüslim uyruk üzerinde bir nevi hak sahibi olmaları o ana kadar her devletin çıkarları doğrultusunda  uyguladıkları Osmanlı Devleti’ni parçalama siyaseti olan Şark Meselesini müşterek bir müdahale haline getirmiştir. Kırım Savaşının o dönemin uluslararası ilişkileri açısından başlıca önemi arasında gerek Avusturya gerekse Rusya’yı zayıflatmasıdır. 1815 Barış Düzenlemesinin en koyu savunucularından Avusturya ve Rusya’nın zayıflaması ise İtalyan ve Alman Birliğinin kurulmasına sebep olmuştur.

Aslında bu savaş ile birlikte Sıcak Denizlere İnme Politikası ile Güneye inmek isteyen Rusların,  Osmanlı Devleti ve Avrupa Devletleri tarafından önüne  set çekilmiştir. Yani Rusya’ya karşı Avrupalı Devletler bir ittifak oluşturmuştur. Avrupa’da ki güçler dengesi bir bakıma düzenlenmiş gibi görünür. Avrupa Devletleri bu anlaşmayla tek taraflı bozulmak istenen Avrupa güçler dengesini yeniden kurmuştur. Osmanlı Devleti savaştan önce ki sınırlarına kavuşmuş ve Rusya’nın 18. Yüzyıldan beri sağladığı bazı hakları kötüye kullanması ve Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmasından kesinlikle men edilmiş olacaktır.

Çalışmamı diplomatik ilişkiler, yapılan ıslahatlar, askerî faaliyetler, savaş- ekonomi ve iskan olmak üzere beş başlık altında anlatmaya çalıştım: savaşın başlangıcına kadar gerçekleşmiş olan diplomasi, sorunu savaşsız bir şekilde halledebilmek amacıyla müttefiklerin kendi hukukuna zarar vermeyecek biçimde gerçekleştirmiş oldukları ıslahatlar, savaşın safhaları ve Rus ordu ve donanmalarının Eflak-Boğdan Karadeniz, Kırımda ki faaliyetlerine karşı müttefiklerin almış olduğu önlemler ve harekâtlar, Osmanlı maliyesinin Kırım Savaşının getirmiş olduğu yükler karşında tarihinde ilk defa gerçekleştirmek zorunda kaldığı dış borç alımı ve buna bağlı olarak Osmanlı tebaasında din, ve ırk ayrımı yapılmaksızın Osmanlı Devleti yanında nasıl kenetlendiğine şahit olacaksınız. 

Dünya tarihinin en dramatik olaylarından olan göç, Kırım Savaşı ile birlikte Osmanlı Devleti’nin  göç ve göçmen sorunuyla tanıştığı ilk savaş olma özelliğine sahiptir. Paris Antlaşması'nda “Savaş sırasında müttefiklerle birlikte hareket etmiş olsalar bile, Rus topraklarında yaşayan vatandaşlara karşı bir harekete girişilmeyeceğine” dair özel bir hükme rağmen akıbetlerinden endişe duyan Kırım Türkleri tarafından Osmanlı topraklarına bir göç yaşanmıştır. 

Bu çalışma sonunda hedef; savaşa giden süreçte Kutsal Yerler Meselesi ve Balkanlarda kurulmak istenen yeni yapının Osmanlı Devletinin Avrupalı Devletler tarafından kesinlikle kabul edilmediği ve Paris Anlaşması ile Avrupa’da yeni bir denge kurulmasının Avrupa Tarihi açısından öneminin daha iyi anlaşılmasını sağlamaktır.

Çalışma boyunca en çok 19.Yüzyıl Siyasi Tarihi adlı eser olmak üzere döneme ait ana kaynakları, araştırma eserleri, makaleler ve kıymetli hocam sayın Prof. Dr. Orhan YAZICI' nın bilgi ve birikiminden yoğun bir şekilde istifade ettim. Fakat eserde ki ilgili kısımlarda bu çalışmanın muhtevasını çok aşan ayrıntıya girmekten kaçındım. İlgili kısımlarla ilgili geniş bilgi için yine yeri geldikçe dipnotlarda belirtilen sayfalardan ulaşılabilir.



       

                          

Kırım Harbinin Avrupa Tarihi Açısından Önemi                                                                                          

Savaştan önce ki dönemde bir takım diplomatik ilişkiler kurulmuştur. Bunlar arasında  Kutsal Yerler Meselesi, Kırım Savaşının önemli sebepleri arasındadır. Osmanlı Devleti Ortodoks Kilisesinin başı bulunan Rum Patriğinin başkenti olan İstanbul’u fethettiği günden başlayarak Kutsal Yerler Meselesini de miras aldı. 

19. Yüzyılın başlarından beri Osmanlı Devleti Fransa, İngiltere, Rusya ile birbirleriyle ittifak ederek bir denge yürütmeye çalışmıştır. Avrupalı Devletlerin, Osmanlı Toprakları üzerinde eskiden beri kendi menfaatleri doğrultusunda emelleri bulunmaktadır. Kutsal Yerler Meselesi, Kırım Harbinin en önemli sebepleri arasındadır. Kutsal Yerler Meselesi üç kutsal din anlamında Hristiyanlık, Musevilik ve Müslümanlık için önemlidir. Kudüs'teki Ortodokslara da bir takım ayrıcalıklar tanınmıştı. 

Hatta, 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması'nın 7. maddesiyle, Rusya, Osmanlı İmparatorluğundaki Ortodokslar konusunda söz sahibi oluyor ve 14. maddesiyle de, Rusya'nın İstanbul'da bir Ortodoks kilisesi yaptırma hakkı kabul ediliyordu. 8. maddeye göre de, Rus hacıları Kudüs'teki Kutsal Yerleri serbest bir şekilde ziyaret edebileceklerdi.  


Rusya, özellikle II. Katerina  (1762-1796) döneminden beri, en kısa zamanda Boğazları ele geçirmek, Balkanlara ve Kafkaslara sahip olarak Ege Denizi yolu ile Akdeniz'e ve Doğu Anadolu yolu ile bir taraftan İskenderun Körfezi'ne diğer taraftan Basra Körfezi'ne inmeyi ve bir dünya devleti olmayı amaç alan bir politikayı uygulamaya çalışıyordu. Rusya bu emellerini gerçekleştirmek için, önce Müslümanlara karşı Hristiyanları korumak bahanesiyle, Osmanlı Devleti üzerinde nüfuz kurmak için bir koruyuculuk yolunu seçmiştir. 

 Bu ise, Osmanlı İmparatorluğu'nu yavaş yavaş parçalamak tehdidi altında bulundurmak demekti. Nitekim 1774 Küçük kaynarca Antlaşması ile bu yolda oldukça önemli kazançlar sağlamış bulunuyordu. Dönemin Çarı I. Nikolay (1825-55), Rus halkına ve Rusya’nın işgal ettiği  Eflâk ve Boğdan halklarına hitap eden manifestosunda, işgal nedenini Ortodoksların haklarını korumak olarak açıkladı. “Osmanlı Devleti 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile vaat edilen Ortodoks haklarını geçersiz kıldığından Rusya Babı-Âli’ye gözdağı vermek için adı geçen Tuna vilâyetlerini işgal etti. Eğer Osmanlı Devleti inatçılığını ve körlüğünü devam ettirirse, Tanrı’nın yardımına sığınan Rusya, Ortodoks inançları ve hakları için savaşacaktır” dedi. 

Rusların taaruzlarının başlamasından sonra Osmanlı Kuvvetleri Tuna'nın Kuzeyine geçerek Kolas'ı ele geçirip buraya saldıracak olan Rusları geri püskürmüştür. 17 Kasım 1853’de Oltenitza Savaşında Türk Orduları Oltenitza da ki sahada bir kaç defa Rusları başarılı bir şekilde mağlup ederek burada ki neticeyi lehlerine çevirmişlerdir. Türkler Kalafat'ı ele geçirerek Ruslara ciddi bir taaruzda bulunmuş burada bir çok Rus askeri esir edilmiş bir takım Rus mühimmatı da ele geçirilmiştir.

 III. Napolyon iktidara geldikten sonra Kutsal Yerler Meselesine önem vermeye başlamıştır. Bunun sebebi kendi ülkesinde özellikle Ruhban sınıfının yardımlarını almak düşüncesidir. Bu nedenle bu politikayı uygun görmüştür.

1848 yılında Fransa'nın başına gelen Louis Napolyon iktidarını içeride güçlendirmek için bu meseleden faydalanmak istemiştir. Bu nedenle Katolik partisinin desteğine ve yardımına ihtiyacı bulunmaktadır. Bunun için de Osmanlı Devleti ne zaman zaman bir takım diplomatik taleplerde bulunmuş ve bu talepler bir takım anlaşmalar çerçevesinde yürütülmüştür.  

Kırım Savaşı, hangi açıdan ele alınırsa alınsın XIX. asrın ikinci yarısı itibariyle devrin büyük güçleri olan İngiltere, Fransa ve Rusya arasındaki çıkar çatışmasıdır. Savaşı başlatan Rusya, Osmanlı’ya karşıymış gibi görünüp kutsal yerler gibi göstermelik bazı meseleleri ortaya koyarken, İngiltere, nihai hedefin kendisi olduğunu fark etmiştir. Nitekim o dönemdeki diplomasi arenasında meydana gelen gelişmelere bakıldığında bu durumun ne kadar açık bir şekilde tezahür ettiği de ortadadır. 

Çar Nikola’nın iktidarı ele geçirmesinden sonra Rusların politikalarını Orta Doğu’ya doğru çevirmesi dikkat çeker. Böylece Rusların bu mesele üzerine dikkat çekmeleri bir anda Kutsal Yerler üzerinde Avrupalı Devletlerin kendi politikalarını gerçekleştirmek için bir mesele haline gelmiştir. Asıl maksat Rusların, Fransızların, İngilizlerin Akdeniz'de ve Suriye Coğrafyasında ki menfaatlerini kendi istikametinde yönlendirmek için bu meseleyi bir sebep olarak kabul edip Osmanlı üzerinde ki emellerini gerçekleştirmek için vasıta olarak kullanmaktır. 

Osmanlı Devleti'nin, kutsal yerler sorununda, Fransa'yı haklı gören Komisyon'un kararlarını kabul ederek 8 Şubat 1852 fermanını yayınlaması, "Kutsal Yerler Muharebesi’nin Fransa'nın zafer ile sonuçlanması demekti. Bu ise Çar Nikola'yı çok derinden yaraladı. Bu sebeple, Türkiye üzerinde harekete geçmeden önce İngiltere'yi de yanına alıp, Osmanlı Devleti'ni önemli bir destekten yoksun bırakmak istedi. Ayrıca, 1852 Aralık ayında güney Rusya'da  kolorduluk bir kuvvetin  hazırlanmasını emrettiği gibi, Karadeniz donanmasına da eksikliklerini tamamlaması emrini verdi. 

Ruslar böyle bir düşünce ile Prens Mençikof’u İstanbul'a gönderilmiştir. Bunun nedeni aslında Osmanlı Devleti’ni politikalarına uygun olarak yapılacak olan bir müdahalenin kapısını aralamaktır. Osmanlı Devleti hem Ortodokslara hem Katoliklere hem Protestanlara onların talepleri doğrultusunda çeşitli hizmetlerin yürütülmesinde fırsat ve imkan vermekteydi. Ancak zaman zaman çeşitli iç sebeplerle dengelerin bozulmasını kendi lehine kurtarmak istemiştir. Bu hadiseler içinde her hangi bir sebebi fırsat olarak kullanmaktan da geri durmamışlardır. İstanbul'a gelen Mençikof Osmanlı Devleti’nin nasıl bir politika izleyeceğine dair bir takım gelişmeleri de yakından takip etmiştir. Bu sırada Fransa ve İngiltere elçileri İstanbul’a atar. Osmanlı Devleti bu elçilerin de görüşünü alarak Rusya’ya karşı bir takım politikalar geliştirmek istemiştir

Bu sebeple, uzun yıllardan beri İngiltere'nin İstanbul elçiliğini yapan ve Bâbıâli üzerinde etkisi büyük olan Lord Stratford de Redcliffe, Bâbıâliye, Mençikof tekliflerinin kabulünü tavsiye etti. Gerçekten, 4 Mayısta çıkarılan bir fermanla Ortodoksların Kutsal Yerler üzerindeki hak ve yetkileri teyid edilirken,  bir başka fermanla da, Ortodoksların ve Katoliklerin yetkilerinin belirtilmesi ile bir çözüme gidildi. 

Mençikof'un İlk talebi Hıristiyanları himaye hakkının Rusya’ya verilmesi oldu. Mençikof ilk önce sözlü olarak Bâbıâli'den şu isteklerde bulundu: Rum Ortodoks kilisesinin Kutsal Yerler sorunundaki isteklerinin kabulü ile, Ortodoks tebaanın Rusya tarafından "korunmasına" (himaye) dair bir anlaşma yapılması. Mençikof, bu isteklerin muhakkak bir "antlaşma" ile kabulüne gerek olmadığını, bir Sened ile de yetinilebileceğini söyledi. Bâbıâli bu istekleri alınca, İngiliz ve Fransız elçilerine danıştı. Bu sırada, yani Mençikof  İstanbul'a gelmesi üzerine, hem İngiltere ve hem de Fransa telâşlanmışlar; fakat Fransa İngiltere'den daha ileri giderek, Çanakkale önlerine bir donanma göndermeye kalkmıştı. Fransa, bir yıl önce Kutsal Yerler sorunu patlak verdiğinde de aynı şeyi yapmış ve bu da Rusya'nın büsbütün sinirlenmesine sebep olmuştu. Bundan dolayı, İngiltere, Fransa’nın Kutsal Yerler sorunu gibi küçük bir anlaşmazlıktan bir kriz çıkarmasını onaylamıyordu. Bu sebeple, İngiltere'nin Paris elçisi Cowley, Fransa Dışişleri Bakanı Drouyn de Lhuys'ye "Osmanlı İmparatorluğu'nun bağımsızlığı tehlikeye uğrarsa, bu sırf Fransa'nın hatası yüzünden olacaktır.” diyordu. 

Prens, Ortodoks tebaanın haklarını korumaktan çok Osmanlı Devleti ile bir saldırı ve savunma antlaşması yapmak suretiyle 1833 Hünkar İskelesi Antlaşması’nın yenilenip 1841 Londra Boğazlar Sözleşmesi’nin hükümlerini ortadan kaldırarak boğazların statüsünü kendi lehlerine olarak tekrar düzenlemek niyetinde olduklarını ifade etmişti.  Kısaca, Osmanlı devleti bir başka devlete hücum etmek isterse veya başka bir devlet tarafından hücuma uğrarsa Rusya bütün kuvvetleriyle yardım edecekti. Karşılığında ise 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’nda bahsi geçen Hıristiyan tebaanın himaye hakkının -Rusya’nın yorumu- resmen Rus Çarı’na verilmesini istemişti. Ayrıca bu bilginin gizli tutulmasını, İngiltere elçiliğinin haberi olursa o dakika heyetini İstanbul’dan çekeceği tehdidini savurmuştu. Fakat bu haber yine de İngiltere elçiliğine bildirilmiştir. 

Meselenin duyulması üzerine İngiltere ve  Fransa elçilerini İstanbul'a atar. Bu elçilerin aslında meselenin siyasi bir çatışmaya dönüşmeden bir takım ön  görüşmeleri ve bir takım kararları da almak için görevlendirilmiştir. Fransa ile İngiltere’nin almış olduğu bu teklifler eskiden beri Ortodoksların Koruyucusu sıfatına sahip olduğu için Ruslar tarafından kabul edilmemiştir. Bu durum Fransa, İngiltere’nin bu konuda ki kaygılarını arttırmıştır. Özelikle Lord Stratford, Prens Mençikof’un taleplerinin reddedilmesine hak veriyordu. Aksi takdirde Padişahın 12 milyonluk Ortodoks tebaası üzerindeki hükümranlık hakları, Osmanlı Devleti’nin geleceği için çok önemli sonuçlar doğurabilecek bir taviz şeklinde Çar’a teslim edilmiş olacaktı. Ona göre, artık mesele Kutsal Yerler Meselesi veya Rumlar ile Latinler arasındaki mezhep meselesi de değildir; bütün Avrupa’yı ilgilendiren Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğü ve bağımsızlığının korunması meselesidir. 

 Osmanlı Devleti bu olaylar karşısında mümkün olduğu kadar meseleyi savaşa dönüştürmeden halletmek istemiştir.  Fransa, İngiltere ve Rusya ile gönderdiği elçilerle anlaşma yoluna gitmiştir. Fakat Ruslar, Osmanlı Devletine savaş açmak için bu meseleyi bir bahane olarak görmüştür. 

Savaşı önlemek maksadıyla Avrupalı Devletler, Viyana Kongresi düzenlemişlerdir.   Bu amaçla Çar, Eflak ve Boğdanı işgal etmek istemiş ancak Avusturya, Rusya'nın Eflak ve Boğdan’ı işgal etmek istemesiyle başta bu bölge olmak üzere Balkanlar'da Slav nüfusunun artacağını düşünerek Rusların yapmış olduğu teklifleri olumlu bulmamıştır. İngiltere ve Fransa ise bu meseleyle alakalı olarak daha önce almış oldukları teklifleri, Viyana Görüşmelerinin kararlarını Rusya’ya iletmiştir. Rusya ise Viyana Görüşmelerinde alinmiş olan kararların kendi lehine olmadığını düşünerek Viyana Görüşmeleri sonucu alınan kararları da kabul etmeyecektir.

Tüm bunlar düşünüldüğünde artık Rusya ile bir sulh antlaşması yapılması yerine devletin şan ve namusuna yakışır şekilde toprak bütünlüğü ve istiklalini korumak için müttefikleriyle yeni bir ittifak antlaşması yapmağa gayret edilmelidir. Osmanlı Devleti her nasıl olursa olsun Rusya’ya bir teminat vermemelidir. Osmanlı Devleti’nin sulh için tek şartı mezhep imtiyazatı lafının tamamen ortadan kaldırılmasıdır. Bunlar kabul edilmediği takdirde tek çıkar yol Rusya’ya savaş ilan etmektir. 

 Rusya’nın Eflak ve Boğdan’a bir anda asker çıkarması savaşın başlamasına sebep olmuştur. Ruslar, Eflak ve Boğdana geçerek Tuna'nın Kuzeyinde ki Osmanlı Topraklarına saldırınca Osmanlı Devleti bir süredir Balkanlarda ve Tuna havalisinde, Kafkaslarda bir takım tedbirler almıştır. Bu tedbirlerle Rus ileri harekatını durdurmak için gayret etmiştir. 

Karşılıklı talepler ve istekler arasında Osmanlı Devleti 4 Ekim’de savaş ilan ederek iki hafta içinde Memleketeyn’in tahliye edilmesine dair Rusya’ya bir nota verdi. 23 Ekim 1853’de ise Tuna kıyılarında, birkaç hafta sonra da Batum civarında Rus kuvvetleri ile Osmanlı kuvvetleri arasında çatışmalar başlamıştır. 

Memleketeyn’in işgalinden sonra geçen 3 aylık süre zarfında seferberlik ilan edilerek büyük bir harp hazırlığına girişilmişti. Buna dair çıkarılan Hatt-ı Hümayunda gerekli hazırlıkların yapılmasına herkesin itina ve dikkat göstermesi istenmiş ve Edirne yapılacak hazırlıklar için merkez tayin edilmişti

Osmanlı Devleti Kafkas Cephesinde Ruslara karşı biraz daha güçlü bir müdafaa oluşturmak istemesine rağmen burada ki şart ve imkanlar buna yetmemiştir. Bu nedenle Osmanlı Devleti daha savaşın başında ordusunu ikiye ayırması sebebiyle zayıf kalmıştır. Fakat daha öncesinde Rusların faaliyetlerine karşı önemli tedbirler alınmış bu tedbirler sonucunda Rusların ileri harekatı Kafkasya Cephesinde zayıflatılmıştır.

Bu arada Avrupalı Devletler özellikle İngiltere ve Fransa Çanakkale Boğazına donanmaları ile gelerek Osmanlı Devletine yardım etmek istediklerini söylemiş ve Osmanlı Devleti Padişahın izniyle donanmalarını İstanbul üzerinden geçilerek burada Rusların Karadeniz'de yapabileceği donanma faaliyetleri ve savaşlarına destek olmayı düşünmüştür. Osmanlı Devleti, İngiltere ve Fransa’nın bu yardım tekliflerini bir süre bekledikten sonra kabul etmiştir. Bunun sebebi Sinop vakasıdır. Ruslar Sinop'ta bulunan Osmanlı donanmasını haber almıştır. Ve bu donanmaya bir baskın düzenlerler. 

Ruslar bölgede bulunan Türk donanmasına baskın yaparak donamayı imha etmişlerdir. Bu durum çok ciddi sonuçlara neden olmuştur. Osmanlı Devleti Kafkas Cephesi için yeteri kadar mühimmat gösterememiştir bu da Kafkasya Cephesinin zayıf kalmasının nedenlerinden biridir. Sinop Meselesi, Avrupa Devletlerini Osmanlı Devletinin yanında savaşa girmeleri için önemli bir sebep olmuştur. 

İngiltere ve Fransa donanmalarını müştereken Boğazları geçerek İstanbul'a gelmiş ve buradan da Sivas Topol'a yönelmiştir. Müttefiklerin başlıca amacı Sivastopol'ü almaktı. Lâkin Rusya'nın kış şartları ve bir takım bulaşıcı hastalıklar, müttefik ordusuna ilk darbeleri indirdi. Ruslarla savaşacak yerde, binlerce subay ve er hastalıkla savaşmak zorunda kaldılar. 

Müttefikler 1855 yılı ilkbaharında 140.000 kişilik bir kuvveti daha Kırım'a gönderdiler. Stratejik bazı yerler  ele geçirildi ve bundan sonra Sivastopol, yoğun topçu ateşine tutuldu. Rusların günlük asker kaybı 1.000 kişiye varmaktaydı. Eylülün ilk haftasında Malakof tabyası tümü ile ele geçirilince, müttefikler de 10 Eylül 1855 de Sivastopol' a girdiler. Şehir harabe halindeydi. İngilizlerin ilk işi Sivastopol' da ki tersaneyi, limanı ve dokları tahrip etmek oldu. Bu sırada, Osmanlı kuvvetleri komutanı kesin bir yenilgiye uğrattı. Yalnız bu arada Ruslar Kars'ı işgal etmişlerdi. Kırım savaşı bu suretle sona eriyordu.

Sivastopol muharebelerinin giderek şiddetini arttırması karşısında bu sefer İngiltere harekete geçti ve  Piyemonte'den asker istedi. Bunu, Avusturya da destekledi. Avusturya'nın hesabı, bu yardım sonucu Piyemonte'nin askerî gücü zayıflayacağından, bir süre Avusturya'nın başına dert olmayacağı idi. 

Fransa ise, şimdi Piyemonte'nin yardımına çok daha hevesliydi. Çünkü, III. Napolyon, Kırım muharebelerinin giderek şiddetlenmesi karşısında, müttefikler Rusya karşısında parlak bir zafer elde edemezlerse, tahtını kaybetmekten korkuyordu. Sonunda, Piyemonte (Sardunya) ile İngiltere ve Fransa arasında 26 Ocak 1855’de imzalanan bir "Sened" ile, Piyemonte, 10 Nisan 1854 tarihli İngiliz-Fransız ittifakına katıldı. Yani İngiliz-Fransız ittifakının bütün hükümleri Piyemonte için de geçerli olacaktı. Bunun üzerine Piyemonte Kırım'a 15.000 kişilik bir kuvvet gönderdi. Piyemonte bundan sonra 15 Mart 1855'de Osmanlı Devlet ile de bir ittifak imzaladı. Bu ittifak ile, Osmanlı Devleti, kendi topraklarında, İngiltere ve Fransız kuvvetlerine tanıdığı bütün ayrıcalıkları ve imkânları Piyemonteye de sağlıyordu. 

Aslında Savaşın Kırım’a kaydırılmasında, Rusya’nın Boğazları zorlayabilecek, Akdeniz’e inmesini gerçekleştirebilecek kara ve deniz kuvvetlerinin üstlendiği önemli bir yer olması yatmaktadır. Buradaki kuvvetlerin, donanmanın ve tersanenin yok edilmesi veya etkisiz hale getirilmesi, Rusya’yı barışa mecbur edebileceği gibi, güneye doğru gelişecek Rus yayılmasını da önleyebilirdi. Bu ise, Osmanlı Devleti ile birlikte Avrupa Devletlerinin çıkarına idi. Bu nedenlerden, 13 Eylül 1854’te Müttefikler, Kırım'a, asker çıkararak, savaşı burada sürdürdüler. Bu sıralarda ise Ruslar, Kafkas Cephesinde bazı başarılar kazanarak Doğu Beyazıt’ ı ele geçirdiler. 

Kırım’a çıkan Müttefiklerin hedefi, öncelikle Ruslara Karadeniz egemenliği sağlamakta önemli bir liman olan Sivastopol' u ele geçirmekti. Bunun için şehir kuşatıldı. Ruslar bu kuşatmayı yarmak için çok uğraştılar fakat başarı sağlayamadılar. Müttefiklerde kesin bir sonuca ulaşamadılar. Bunun için daha çok askere ihtiyaç vardı. Bu durumda, Avusturya ve Prusya'yı da savaşa sokmak istediler. Fakat bütün uğraşmalarına rağmen bunu başaramadılar. Bu arada, 3 Şubat 1855’te Kırım'daki askerlerin kullanılmasıyla ilgili olarak, Osmanlı Devleti- İngiltere Askeri Sözleşmesi imzalandı.  

2 Mart 1855’de I. Nikola ölmüş onun yerine II. Alexandra Rusların başına geçmiştir. Çar II. Alexandra durumun ciddiyetinin farkındadır ve Nikola gibi savaşın devam etmesinden bir fayda girmemiştir. Rusya’nın II. Alexandra ile başlayan çekingen tavrı, Osmanlı Devleti müttefikler arası bir ithilafın bu zamana denk gelmesiyle diplomatik görüşmeler için fırsat çıkmıştır. Rusların bu tavırlarına karşın İngiltere ve Fransa arasında bir ithilaf ortaya çıkmıştır. 

Bir süre sonra müttefikler, 9 Eylül' de 1855'de Sivastopol'ü ele geçirdiler. Bu sıralarda da Ruslar, Kafkasya'da bazı başarılar kazandılar ve 27 Kasım 1855'te Kars'a girdiler. Bununla beraber Rusların artık savaşa devam edecek halleri kalmamıştı. Bu nedenle de, barışın yapılması için, girişimlerde bulunmaya başladılar. 

 Fransa,  savaşın bitirilmesi gerektiği noktasındadır. İngiltere savaşın sürdürülmesi gerektiğini düşünmektedir. Bu bakımdan müttefik kuvvetler kendi aralarında bir takım görüşmeler yapmıştır. Bu görüşmelere Avusturya da katılmıştır. Avusturya  Rusya'ya telif sunmuştur,  teklif şu şekildedir: 

Rusya’nın Eflak ve Boğdan üzerinden isteklerinden vazgeçmesi ve burayı Avrupa Devletlerinin garantisi altına bırakmasıdır. Tuna Nehrinin ulaşım için bütün Avrupa Devletlerinin katılacağı bir rejim tarafından yönetilmesi, Karadeniz’in tarafsız hale getirilmesi, Osmanlı Devleti sınırları içerisinde bütün Hristiyan ve Müslümanlara Avrupa garantisi altında yeni haklar verilmesidir.

Her şeyden evvel 1856 Paris Antlaşması 1815 Viyana Kongresi’nden sonra bozulan Avrupa güçler dengesini yeni baştan düzenleyen bir belgedir. Avrupa devletleri bu antlaşmayla Rusya’nın daha önceki tarihlerde kendi lehine bozmaya çalıştığı Avrupa güçler dengesini, Osmanlı Devleti’ni de yanlarına alarak, kurmayı amaçlamışlardı. 

Osmanlı Devleti, bir süredir savaş hazırlıkları yapmaktadır. Bu arada Paris'te bir Barış Görüşmeleri düzenlenecektir. Bu görüşmeler Rusya’ya sunulan tekliflerin Rusya tarafından kabul edilmesi, Osmanlı Devleti’nin de bir bakıma kabul etmek mecburiyetinde kalmasıyla barış görüşmelerinin diplomatik olarak sürdürülmesi kolaylaşır. Kırım Savaşı, Rusya'nın geleneksel "güneye inme" siyasetini gerçekleştirmek üzere harekete geçmesiyle başlamıştır. Ancak bu devletin yarattığı tehlike, diğer Avrupa büyük devletlerinin de çıkarlarına dokunmuştur. Bu nedenle, bunlar Osmanlı Devleti ile birleşerek, âdeta Rusya'ya karşı bir Avrupa bloku meydana getirmişlerdir. Yapılan savaşta Rusya yenilmiş ve sonuçta 1856 Paris Antlaşması imzalanmıştır. 

30 Mart 1856 bir anlaşma yapılmıştır. 34 maddeden oluşan Paris Barış Antlaşması'ının bazı maddeleri önemlidir. Fransa Dışişleri Bakanı Kont Valevski (Walewski)'nin başkanlığını yaptığı Kongre, 1815 Viyana Kongresi'nden sonra Avrupa devletleri arasındaki dengeyi etkileyen en önemli kongrelerden birisiydi. Kongrenin diğer bir özelliği ve önemi ise, toplantıya Osmanlı Devleti'nin davet üzerine katılmasıyla, bu kongreye kadar yalnız Hıristiyan devletlere dayandırılmış ve onlarla sınırlandırılmış bulunan Avrupa sisteminin, bu tarihten itibaren, hiç olmazsa şeklen, Hıristiyan topluluğun sınırları dışına taşınlmış olmasıydı. 

Avrupalı Devletlerin Rusya’ya sunmuş oldukları maddeler Osmanlı Devletinin de çok hoşuna gitmemiştir. Mesela, Karadeniz’in tarafsız hale getirilmesi bir galip devletin pek de menfaatlerine uygun değildir.  Tuna Nehrinde ki seyir seferinin düzenlenmesi ile ilgili ve diğer bazı maddeler Osmanlı Devletinin ve Rusya’nın hoşuna gitmemiştir.

Bu suretle Rusya’nın güneye inme politikası önlenmiş oluyordu. Bu ise, bundan böyle Rusya’nın daha çok Doğu Politikasına önem vermesine ve Asya'da genişleme hareketini hızlandırılmasına yol açmıştır.  

 Bu anlaşmanın arkasından Osmanlı Devleti, Fransa, İngiltere, Piomente, Avusturya ve Rusya devletleri arasında barışın yapılacağı belirtilmiştir. Adı geçen devletlerin barış yapılmadığında; Harp esnasında zapt ettikleri arazileri derhal tahliye barışı yapılması ardından işgal etmiş oldukları topraklardan vazgeçeceklerdir. Kars şehri ve kalesi Rus askerleri tarafından işgal olunan topraklar olarak Osmanlı Devletine geri verilecektir. Müttefiklerde Sivas Topol' da işgal ettikleri arazileri terk edecektir. Savaş suçlularına genel af ilan edilecektir. Karşılıklı olarak esirler iade edilecektir. 

Avrupa Devletleri, Osmanlı Devleti’nin Avrupa Hukukuna ve haklarından yararlanmasını kabul ediyorlardı. Osmanlı Devleti Avrupa Hukukunun içine dahil edilmiştir. 

Osmanlı Devleti’nin 28 Şubat 1856’da ilan ettiği Islahat Fermanı, Avrupa Devletleri tarafından memnuniyetle karşılanır. Ancak bu fermanın anlaşmayı imzalayan hiç bir devletin Osmanlı Devletinin iç işlerine karışma hakkı vermediği açıkça belirtilmiştir. 1841 yılında yapılan Boğazlar Sözleşmesi'nin devam etmesi kararı alındı. Karadeniz'de tarafsız olarak kalacak bu yerde savaş gemileri bulunmayacak, Karadeniz kıyısında tersanelerde bulunacaktır. Osmanlı Devleti Paris Anlaşmasıyla bir takım menfaat ve haklar elde etmiş bununla beraber hakları bakımından hoşuna gitmeyecek sonuçlar doğurmuştur. 

Kırım ve Paris Anlaşmasının Sonucunda, aslında bu savaş Güneye inmek isteyen Rusların sıcak denizlere inme politikasının, Osmanlı Devleti ve Avrupa Devletleri tarafından önüne engel çıkarılmış, set çekilmiştir. Yani Rusya’ya karşı Avrupalı Devletler bir ittifak oluşturmuştur. Avrupa’da ki güçler dengesi bir bakıma düzenlenmiş görünüyor. Çünkü Avrupa Devletleri bu anlaşmayla Rusya tarafından tek taraflı bozulmak istenen Avrupa güçler dengesini yeniden kurmuş anlamına gelir.

 Osmanlı Devleti, savaştan önce ki sınırlarına kavuşmuş ve Rusya’nın 18.yy. dan beri sağladığı bazı hakları kötüye kullanan Rusların Osmanlı Devletinin iç işlerine karışmasından da men edilmiş olacaktır. Özellikle savaşa giden süreçte Makamat-ı Mübareke ya da Kutsal Yerler Meselesi bu bakımdan önemlidir. Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışacak olan Makamat-ı Mübareke ve Kutsal Yerler Meselesi ve Balkanlarda kurulacak olan yeni yapı ile alakalı olarak Osmanlı Devleti’nin kesinlikle kabul etmeyeceği de anlaşılmıştır. Paris Anlaşması  ile Avrupa’da yeni bir denge kurulmuş aslında Kongre barış anlaşmasını hazırlamak için toplanmıştır.

Konferansa katılmak üzere Paris’e gelen Rus heyetini karşılayan Walewski’nin “savaş meydanında kazanamadığınız şan ve şeref tacını politika alanında kazanacaksınız” tarzında ifadeler kullanması Osmanlı murahhası Âli Paşa ve İngiltere murahhası Clarendon tarafından şaşkınlıkla karşılanmış ve Fransa’ya duyulan güvenini sarsmıştır. 

Paris Antlaşması'nın imzalandığı gün (30 Mart 1856), yine bu antlaşmaya bağlı olarak, antlaşmaya katılan devletler arasında 1841 Londra Antlaşması'nı yenileyen "Paris Boğazlar Sözleşmesi", ayrıca Osmanlı Devleti ile Rusya arasında Karadeniz'le ilgili olarak "Rusya ile Paris Antlaşması" imzalandı. Daha sonra da, yine Paris Antlaşması'na bağlı olarak, Osmanlı Devleti ile Rusya arasında, İngiltere ve Fransa'nın da katılmasıyla, 5 Aralık 1857'de, "Rusya ile Sınır Antlaşması" yapıldı. Böylece, 1856 Paris Antlaşması'nın imzalanması ile, 1853'de başlamış olan Kırım Savaşı sona ermiş oldu. 

Paris Antlaşması sadece savaşı sona erdirmemişti. Rusya, Kars ve Memleketeyn’den geri çekilerek buraları Osmanlı Devleti’nin hakimiyetine bırakmış, Karadeniz donanması sınırlanarak tarafsız hale getirilmiş, boğazların barış zamanında tüm devletlere kapalı olduğu ilan edilmiş, Rusya Ortodoksların hamisi olduğu iddiasından vazgeçmişti. Ayrıca, Osmanlı Devleti Avrupa devletleri arasına yani Avrupa hukukuna  ve Avrupa milletler topluluğuna dahil olmuştu. 

Kırım Savaşı’nın Osmanlı Devleti’ne getirdiği bir sonuç da ilk defa yabancı devletlerden borç para alması oldu. Kırım Savaşı’nda müttefiklerin, barut dahil her türlü ihtiyaçlarının Osmanlı devletinden karşılanması zaten bozuk olan mali durumun daha da bozulmasına sebep olmuş ve savaşa devam edilmek istenmesi üzerine dış borçlanmasının yapılmasına karar verilmiştir. Bu karar Osmanlı Devleti’nin müttefiki İngiltere ve Fransa’dan büyük destek gelmiştir. Ancak bu ilk borçtan hazineye giren para ile savaş masrafları karşılanamadığından ertesi yıl yeniden borçlanma zorunluluğu doğdu. İkinci borçlanma ise İngiltere ve Fransa hükümetlerinin kefalet sağlanarak 1855 yılında Roth Schild Şirketi ile 5000 sterlinlik bir sözleşme imzalanarak yapıldı. Bu borca karşılık olarak da İzmir ve Suriye gümrüklerinin gelirleri ile Mısır vergisinin birinci borçlanmadan arta kalan kısmı gösterildi. Ayrıca bu sözleşme ile alınacak paranın sadece savaş masraflarına karşılık olarak kullanılması, bunu kontrol etmek üzere de İngiltere ve Fransa hükümetlerinin temsilcilerinden oluşacak bir komisyonun kurulması kabul edildi. Böylece Osmanlı Devleti Kırım Savaşı ile birlikte tarihinde ilk defa dış borçlanma yaptığı gibi, yabancıların malî kontrolü dönemine de girmiş oluyordu. 

Paris Antlaşması Kırım Savaşı’na katılan diğer devletlere ise doğrudan çıkar sağlayan bir ortam hazırlamamakla beraber dolaylı olarak her devlet kendine göre bazı çıkarlar elde etti. İngiltere Rusya’nın Karadeniz’deki donanma ve tersanelerinin yok edilmesi ve bu denizde donanma bulundurulmasını önlemekle sömürgeleri ve Yakındoğu ticareti için büyük bir tehlikeyi, bir süre için de olsa kaldırmış oldu. Osmanlı Devleri üzerinde ise nüfuzu daha da arttı.

 Ayrıca, 1856’da Anadolu’da demiryolu yapım hakkını elde etti, Babıâli’ye borç veren iki devletten biri oldu. Ayrıca Hindistan’da patlak veren 1857 Büyük sipahi ayaklanmasında Osmanlı Devleti İngiltere’nin yanını tuttu. Padişah Abdülmecid ayaklanmalarda zarar görenlere dağıtılmak üzere 1000 İngiliz lirası gönderdi. Padişahın bu yardımı İngiltere’nin Hint Müslümanları üzerindeki nüfuzunu artırdı. Sonuçta İngiltere Kırım Savaşı ve Paris Kongresi’nden en karlı devlet olarak çıktı. Fransa, Rusya’nın özellikle Kutsal Yerler Sorununu bahane ederek Akdeniz’e inerek kendi nüfuz alanlarına göz diktiğini gördüğünden bu savaşa katılmıştı. Paris Antlaşması ile bu tehlikeyi önlediği için durumdan memnundu. Ayrıca bu savaşta Koalisyon Savaşlarından itibaren kendisine karşı kurulmuş olan bütün ittifak antlaşmalarını parçalamıştı. Antlaşmanın Paris’te yapılması ise Fransa’ya Avrupa siyasetinde yeniden üstün bir yer sağladı. Aynı zamanda 1798’de Mısır’ı işgal etmesiyle yıkılan Osmanlı Devleti üzerindeki itibarını yeniden kazandı. Bununla da Doğu Avrupa ile Ön Asya’da etkinliği çoğaldı. Piyomente Paris Kongresi’ne katılmakla İtalyan birliğini kurma düşüncesini devletlerarası bir kuruluşta tanıtma ve savunma imkanına kavuştu. Böylece İtalyan birliği sorunu Avrupa politikasının konuları arasında yer almaya başladı. İlk bakışta Paris Kongresi barış antlaşması imzalamak için toplanmış gibi görünmekle beraber kongrede barış ile doğrudan ilgisi olmayan “deniz savaşı hukuku” gibi başka konular da görüşülmüş ve karara bağlanmıştır. Bu ise uluslar arası örgütlenmenin gittikçe güç kazandığını göstermesi yönünden kongreye ayrıca önem sağlamıştır. 

İngiliz ve Fransız askerleriyle daha kolay irtibat kurulabilmesi amacıyla özellikle Tercüme Odası’na yabanci dil bilen birçok kişi ordularda veya ordu komutanlarının yanında görevlendirilmiştir. Dolayısıyla savaş sırasında dil bilen ve tercümanlık yapabilecek olan kişilere duyulan ihtiyaç artmıştır.

Kırım Savaşı’nın en önemli aşamasından birisi de Osmanlı askerlerinin İngiliz komutanlarının hizmetine verilerek savaş meydanına gönderilmeleri olmuştur. Savaş alanında çok sayıda kayıp veren İngiltere asker açığını özel bir antlaşma yapmak suretiyle Osmanlı askerini kendi bünyesine alarak kapatmaya çalışmıştır. Böyle bir olay Osmanlı tarihinin hiçbir döneminde görülmemiş olmasından dolayı son derece önemlidir. 

Kırım Savaşı esnasında ilk defa olarak telgraf ve demiryolu yapılmıştır. İngilizler, Balaklava’dan Sivastopol’a kadar uzanan bir demiryolu inşa ettiler. Yine, İngilizler ve Fransızların ortak girişimleriyle İstanbul-Edirne-Şumnu-Varna-Balaklava arasında yapılan telgraf hatları ile Osmanlı Devleti Londra, Paris ve Viyana gibi Avrupa başkentlerine bağlandı. Kırım Savaşı sırasında hem demiryolu hem de telgraf gibi hızlı iletişim araçlarının sağladığı faydaların farkına varılması savaş sonrasında bu iki iletişim aracının ülkeye hızla yayılmasına neden olmuş, bilim ve teknikten faydalanılma yoluna gidilmiştir. 

Savaş esnasında özellikle kolera, sıtma, tifüs, dizanteri ve iskorbüt (skorbüt) gibi hastalıklar askerler arasındaki ölüm oranının artmasına neden olmuştur. Hijyen koşullarının kötü olması, sağlık personelinin yetersiz ve eğitimsiz olması ölümleri artırmıştır. İşte savaş esnasında hijyen koşullarının düzeltilmesi, yaralı askerlerin bakım ve tedavileri gibi konularda Avrupa’dan gelen tabib ve gönüllü hastabakıcıların etkisiyle bundan sonraki süreçte hastalıklardan kaynaklanan ölümlerin azalmasına neden olmuştur. Savaş sırasında hem hastalıklardan hem de savaş meydanlarında binlerce asker ölmüştür.

Osmanlı Devleti’nin 1839’da ilan etmiş olduğu Tanzimat Fermanı hükümlerinin Müslüman ile Müslüman olmayan uyrukların aralarındaki farkları ortadan kaldırmadığı, bu nedenle yeni çıkarılacak olan fermanda gayrimüslim uyruğa eşitliği sağlayacak hükümlerin konulması ile bunların uygulanmasında büyük devletlerin söz sahibi olmasıydı. Bu ferman hükümlerinin barış antlaşmasında yer alması da kararlaştırılmıştır. 

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Islahat Fermanı’nın bu hükümlerinin Paris Antlaşması’nda yer alması ve Avrupa Devletleri’nin gayrimüslim uyruk üzerinde bir nevi hak sahibi olmaları o ana kadar her devletin çıkarları doğrultusunda ayrı ayrı uyguladıkları Osmanlı Devleti’ni parçalama siyaseti olan Şark Meselesini müşterek bir müdahale haline getirmiştir. Bundan sonra İmparatorlukta çıkan, başta Ermeni meselesi olmak üzere, gayrimüslim tebaa ile ilgili bütün meseleler bu politikanın bir sonucu olarak değerlendirilebilir.











KAYNAKÇA


GENCER, Ali İhsan, “Kırım Savaşı ve Paris Anlaşması”, İstanbul2006, s.2



ARMAOĞLU, Fahir, 19.Yüzyıl Siyasi Tarihi (1789-1914), TTK, Ankara 1997,s.259



UÇAROL, Rıfat,  Siyasi Tarih (1789,2012), Kozyatağı1994,s.192-194



ACAR, Kezban (2019). “Kırım Savaşı (1853-56) Döneminde Propoganda: Rus Popüler 

Kültüründe Savaş ve Düşman İmgesi”. bilig – Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi 88: 113-136.



UÇAROL, Rıfat, Siyasi Tarih (1789-2012), Kozyatağı1994,s.192-194



ULUERLER, Sıtkı, Kırım Savaşında (1853 – 1856) Rus – İran yakınlaşmasına Karşılık Osmanlı’nın İngiltere ile izlediği Politikanın Esasları,s.16-20



ARMAOĞLU, Fahir, 19.Yüzyıl Siyasi Tarihi (1789-1914),Ankara 1997,s.258



ERİM, Nihat, Fermanın metni: Noradounghian, Tome II, p. 415-416



ERİM, Nihat, Fermanın metni: Aynı Kaynak, p. 416-417



KELEŞ, Erdoğan, Osmanlı İngiltere ve Fransa Bağlamında Kırım Savaşı, Ankara 2009



ARMAOĞLU, Fahir, 19.Yüzyıl Siyasi Tarihi (1789-1914),Ankara 1997,s.258



KELEŞ, Erdoğan, Osmanlı İngiltere ve Fransa Bağlamında Kırım Savaşı, Ankara 2009



Türkgeldi, Mesâil-i Mühimme..., s.18.


Mustafa Reşid Paşa, Muharrerat-ı Nadire, Cilt: 2, İstanbul 1289, s.56-65



KELEŞ, Erdoğan, Osmanlı İngiltere ve Fransa Bağlamında Kırım Savaşı, Ankara 2009,s.




UÇAROL, Rıfat, Siyasi Tarih (1789-2002), Kozyatağı 1994,s.200-202

ARMAOĞLU, Fahir, 19.Yüzyıl Siyasi Tarihi (1789-1914),Ankara 1997,s.244-245


BESBELLİ, Saim, 1853-1856 Osmanlı-Rus ve Kırım Savaşı- Deniz Harekatı, Ankara 1997, s.66


ERİM, Nihat, Devletlerarası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri, c.I.s.325-327



UÇAROL, Rıfat , Siyasi Tarih (1789,2012),Kozyatağı 1994,s.203-205



GENCER, Ali İhsan, Kırım Savaşı ve Paris Anlaşması, İstanbul 2006



UÇAROL, Rıfat, Siyasi Tarih(1789-2012), Kozyatağı1994s. 206-208



GÖNLÜBOL, Mehmet, Milletlerarası Siyasî Teşkilatlanma, (Üçüncü Baskı), Ankara 1975, s. 55.



KURAT, Nimet, Rusya Tarihi, Ankara 1948,s. 349-353


GÖNLÜBOL, Mehmet, Milletlerarası Siyasî Teşkilatlanma,(Üçüncü Baskı), Ankara 1975,s.55.




KELEŞ, Erdoğan, Osmanlı, İngiltere ve Fransa Bağlamında Kırım Savaşı, Ankara 2009,s.358-361




GENCER, Ali İhsan, Kırım Savaşı ve Paris Anlaşması, İstanbul 2006,s.3




KELEŞ, Erdoğan,  Osmanlı, İngiltere ve Fransa Bağlamında Kırım Savaşı, Ankara2009, s.383


20 Şubat 2022 Pazar

1848 İhtilali Sebep Sonuçları



    Avrupa'da 1815-1830 yılları arasında görülen siyasî, sosyal, ekonomik ve kültürel gelişmeler 1830 ihtillaleri ile daha da güçlenmiş ve 1848'ler de kıtada yeni ve değişik bir ortam yaratmıştır.

  Bu ise 1815 Viyana kongresi ile kurulmuş olan statükocu düzen ile çatışmaya başlamıştır. Bunun sonucunda da bütün Avrupa'yı etkileyecek olan 1848 İhtilalleri patlak vermiştir. 

 Bu ihtilallerde, liberalizm yanında güçlü bir akım olarak nasyonalizm ve sosyalizm de yer almıştır. Bu akımların etkisiyle 1848 yıllarına doğru, Avrupa' da toplumlar arasında kaynaşmalar meydana gelirken, devletler arasında ki ilişkilerde değişmeler olmuştur. Mutlakiyetçi, özellikle doğu bloku devletleri bir birlerine daha çok yaklaşarak, liberal devletler karşısında güçlenme çabası içerisine girmişlerdir. 

Batı Bloku'na bağlı Fransa' da Doğu Bloku'na kaymaya başlamıştır. Bunda Mısır vâlisi Mehmet Ali Paşa'nın isyanı sırasında (1832-1840) Fransa'nın bir âsi paşaya dayanarak, İngiltere'ye karşı Doğu Akdeniz egemenliğini sağlamak istemesi de rol oynamıştır. Bu ise Batı Bloku'nu parçalamıştır. İşte bu gelişmeler içerisinde 1848 ihtilali patlak vermiş ve yine ilk defa Fransa'da başlamıştır. 

    Aslında 1848 ihtilallerinin başlangıcı ; 1830 ihtilali sonucunda Fransa'da daha liberal bir anayasaya dayalı meşruti krallıklar kurulmuş ve liberal düşüncelerinden dolayı da Louis Philippe tahta çıkarılmıştır. Ancak yeni kraldan her sınıf memnun değildi. 1848 ihtillalerinde önemli rol oynayan Cumhuriyetçiler ve Bonapartçılar krala düşman idi. Kral iktidarını özellikle zengin burjuvaziye dayandırdı ve onlarla yakın ilişkiler kurarken, burjuvaziyi egemen sınıf yapan ekonomik yapı değişikliği, bir işçi sınıfı ortaya çıkarmıştı. Bu sınıfın ise çözümlenmesini istediği bir çok sorun vardı ve kral bunları çözümleyeceği yerde, şiddet hareketlerine başvurdu. Fransada siyasî rejim sertleşmeye başladı ve bunun sonucunda özgürlüklerin kısıtlanması ile liberallerin tepkisine ve liberaller ile sosyalistlerin birleşmesine yol açtı. 

  Louis Philippe ve rejiminin meydana getirdiği hoşnutsuzluk ortamı içerisinde hükümetin 22 Şubat 1848'de muhalifler tarafından yapılacak olan toplantıyı yasaklaması, olayların başlamasına ve ihtilalin patlamasına yol açtı. 

   1848 İhtilalleri ile en çok başarıya ulaşan akım liberalizm olmuştur. Avrupa'da bir çok hükümdar tarafından tahtından uzaklaştırılmış veya liberal bir yönetimi kabul etmek zorunda kalmıştır. Daha geniş anlamı ile tanımlarsak; mutlakiyetler ya sona ermiş ya iyice yumuşamıştır. Buna karşılık bağımsızlık ve ulusal birlik hareketleri başarısızlığa uğramıştır. Bunun sonucu olarak da Avrupa siyasî haritasında ve güçler dengesinde önemli bir değişiklik olmamıştır. Bunlarla beraber, 1848 İhtilalleri sonucunda toplumlarda o günlere kadar görülmeyen veya ağırlığını duyuramayan akımlar daha belirgin hale gelmiş ve daha sonra ki olayların doğmasına yol açacak gelişmeler göstermiştir.


Carbonari Örgütü'nün İtalyan Birliği' ne Giden Süreçte ki Rolü 

  1848 yılında Fransa'nın Cumhurbaşkanı, 1852 de imparatoru olan III. Napolyon, gençliğinde uzun süre İtalya'da bulunmuştur. Bu arada Carbonari örgütüne girmiş, hatta 1831' de papaya karşı yapılan ayaklanmaya bizzat katılmıştı. Bu bakımdan İtalyanların birliklerini kurmak istemeleri sorunun yabancısı değildi. III. Napolyon tahta çıktıktan sonra Fransa'nın dış politikasında bağımsızlığın ve katolikliğin liderliği üstlenmeyi esas almış, Avrupa' nın politik haritasının uluslar esasına göre yeniden çizilmesini istemeye ve bu amaca yönelik çalışmalara başlamıştır.

III. Napolyon'un İltalyan milli birliği ile ilgilenmesinin bir takım duygusal ve kişisel sebepleri de vardır. Napolyon' un kendisi de İtalyan bir aileden geliyordu ve gençliğinin büyük bir bölümünü de İtalya' da geçirmiştir. İtalyan davasını daha o zamandan benimsemiştir. Gençliğinde milliyetçi bir kuruluş olan Carbonari örgütüne de bu yüzden girmiş ve 1831'de Papa ya yapılan bir ayaklanmaya katılmıştır. Hâsılı, kalbi İtalya' ya karşı sempati duyguları ile dolu idi. III. Napolyon' un etrafında bulunan bütün Napolyon ailesi mensupları da, İtalyan birliğine taraftar olup kendisini devamlı teşvik ediyorlardı. III. Napolyon Carbonari örgütüne girmiş ve 1831' de İtalya'da ki ayaklanmalara katılmıştı. 

Daha sonra ise, Louis Philippe' i düşürmek için 1836' da bir komploya girişmiş, bu teşebbüsü başarılı olamayınca da tutuklanmıştır. Ancak Fransız hükümeti kendisini çıkartmakla yetinmiştir. 1840' da tekrar Fransa' ya girerken yakalanmış ve bu sefer müebbet hapse mahkum edilmiştir. Fakat 1846' da hapisten firar etmeyi başarmış ve 1848 İhtilali üzerine tekrar Fransa' ya döndü. Yapılan seçimlerle, dört seçim çevresinden birden millet vekili seçildi. Çünkü Fransız halkı Napolyon'u unutmamıştı. Napolyon'un Carbonari örgütüne girmesi ve bura da papaya yapılan  ayaklanmaya katılması ve diğer faaliyetleri Napolyon ailesi mensupları tarafından destek gördüyse de pek çok kimse onun bu İtalya macerası aleyhine idi. Aslen İspanyol olan imparatoriçe, Dışışleri Bakanı Walewski, meclis ile senatonun çoğu da böyle idi. Fakat bunlar imparatorun İtalya macerasına girmesini önleyemediler. Hele de kendisine girişilen bu bombalı suikast onu harekete geçirmek için kâfi geldi. 

   İtalyan milliyetçileri 1848- 1849 tecrübelerinden sonra şunu görmüşlerdi; İtalyan birliği bir büyük devletin yardımı olmadan gerçekleşmeyecekti. Ve dokuz yıl sonra Paris' te patlayan bombalar, bu milliyetçilere istediği yardımı sağladı.



İtalyan Birliği' nin Kuruluşunda Fransa ve Avusturya' nın Mücadelesi:






Loading :)







18 Şubat 2022 Cuma

Selçuklularda Tıp Eğitimi ve Hastaneler

                                                   *Mihriban KAYA 

ÖZET:

        Selçuklu İmparatorluğu, Türk tarihi, İslam tarihi ve Dünya tarihinde önemli bir yere sahiptir. Selçuklu Sultanları, İslâm dinine ve Türk hâkimiyet anlayışına uygun olarak idare ettikleri halkı soy ve inanç ayrımı yapmadan refah içinde yaşatabilmek için büyük bir çaba göstermişlerdir. Hâkimiyetleri altındaki milletlere karşı adil, cömert ve hoşgörülü olmaya özen gösteren Selçuklu Sultanları; ele geçirdikleri yerlerde cami, medrese, kütüphane, han, hamam gibi kamu yararı için pek çok yeni yapılar inşa ettirmişlerdir. Selçuklu devlet adamları da tıpkı sultanlar gibi idare ettikleri bölgelerde halkın rahat ve huzur içinde yaşayabilmesi için önemli faaliyetler gerçekleştirmişlerdir. Halkın hizmetine sunulan mabet, medrese, mektep, imaret, zaviye, kütüphane ve dârüşşifaları ölümsüz kılabilmek için vakıf kurumları haline getirmişlerdir. 

      XI. yüzyıldan itibaren Türk göçlerine sahne olan Anadolu'da Selçuklular gerçekleştirdikleri mimari eserler ve kurumlarla Anadolu kültürünün kaynaşmasını ve halkın ihtiyaçlarının giderilmesini amaç edinmişlerdir. Bu eserler arasında halkın hizmetine sunulan mabet, medrese, mektep, imaret, zaviye, kütüphane ve dârü’ş-şifalar gibi vakıf kurumlarını sayabiliriz. 

        Dârüşşifalar, temelde, birer kamusal hayır kurumu olarak tesis edilen hastanelerdir ve en çarpıcı özellikleri bu hastanelerde hastaların tıbbi bakımlarının ve tedavilerinin parasız yapılmış olmasıdır. Bu yönüyle özel olarak dârüşşifalar, genel olarak tüm vakıf eserleri sosyal devlet anlayışının bir tür öncüsü olarak değerlendirilebilir. Selçuklular, İslâm düşünce tarihinde önem arz eden medreselerin kurumsallaşması gibi işleri başararak Karahanlı ve Gaznelilere göre daha ön plana çıkmışlardır. Açılan Nizâmiye Medreseleri ile eğitim ve düşünce alanında önemli gelişmeler sağlamışlardır. Bu makalede Selçuklu İmparatorluğu'nun hâkimiyeti altında bulunan topraklarda yaptırıp hizmete soktukları hastane ve tıp medreseleri gibi tıbbî kuruluşlardaki öğretim faaliyetlerinin işleyişi, ayrıca tıp medreselerinin müfredatı ile Avrupa devletleri ve Selçukluların halefi olan devletlere olan etkileri ele aldım.

     

     Selçuklu hastanelerindeki tedavi metotları devrin önde gelenlerindendi. Tıp öğrencileri öğrenim süreleri boyunca hastanelerde pratik yapma imkânına sahipti. Tesis edilen hastanelerde ve medreselerde pek çok Türk hekimi yetirmiştir. Ayrıca bu dönemde hastanelerde tıbbî müşavereler ve tartışmalar yapılmış, halk ücretsiz muayene edilmiş ve kendilerine ilaç dağıtılmıştır. Hastaneler bir tür vakıf sistemi üzerine kurulmuştu ; buralarda dindar insanlardan gelen bağışlar kullanırlardı. Aynı zamanda devlet yöneticileri bu müesseselerin oluşumunda büyük rol sahibiydi. Bu da Selçuklu sosyal yapılmasının başka bir boyutudur.                     

       Selçuklularda tıp eğitimi Türkçe yapılmış, ancak bu büyük imparatorluk, birçok badireler atlattığı için tıbbî müesseseler ve eserler dağılıp yok olmuştur. Bugün bu tıbbî eserlerin ve müesseselerin çok azını bilebilmekteyiz. Anadolu' da mevcut tıbbi müesseseler tababet hayatının Selçuklularda çok ileri olduğunu gösterir. Özellikle askerlik alanında gelişen tababet Türklerde o derece ilerlemiştir ki bu gelişmeleri Batı dünyası Türklerden izlemiş ve kendisine uyarlamıştır. Bunun yanında varlığı bilinen ama tespit edilemeyen, birçok hastane ve tıbbi müessese mevcuttur. Ayrıca, seyyar hastaneler, cüzam haneler, tımarhaneler, eczaneler, darürrahalar, tıp medreseleri, tıp tarihinde olduğu kadar Selçuklu müesseseleri tarihinde ve dünya tarihinde kültürel gelişmişliğin tartışmasız delilidirler.


Anahtar Kelimeler: Selçuklu Devleti; tıp eğitimi; ortaçağ tıbbı; müfredat, XI. Yüzyıl, Türk Kültürü, Selçuklu, Anadolu, Vakıf, Dârü’ş-şifa.


                              GİRİŞ


          Büyük Selçukluların ilmi ve medeni hayatı, İslam medeniyetinden ayrı düşünülemez. Bu dönemde Türk ülkelerinde doğup büyüdükleri halde eserlerini devrin bilim dili olan Arapça ile yazmış olan İbn-i Sina, Biruni gibi tıp büyükleri, diğer Müslüman milletlerce de benimsenmiştir. Bu nedenle İslami dönem Anadolu dışında Türk tıbbını İslam medeniyeti içinde ele almışlardır. Selçuklular savaşlarda harap olmuş hastaneleri tamir ettirtmişler, ordu için seferlerde deve ile taşınan seyyar hastaneler kurmuşlardır. Malazgirt Zaferi’nden sonra Anadolu’ya yoğun Türk göçleri olmuş, kısa zamanda Türk yurdu olan bu toprakların ticari yolları barındırması sebebiyle Selçuklular zengin bir devlet olmuştur. Kervan yolları üzerinde nüfusları yüz bini aşan Kayseri, Sivas, Konya gibi şehirler önemli medeniyet merkezleri haline gelmiştir. Bu Şehirler cami, hamam, medrese, imaret, darüşşifalarla donatılmıştır.  Eğitim öğretimin ilk kurumsallaştığı yer olarak sayılan medreseler Büyük Selçuklular ile bu dönemlerde başlamıştır. Bu dönemde açılan Nizamiye medresesi ve hastanesi ile medrese geleneği hem doğuyu hem batıyı etkilemiştir.

        Selçuklular bu dönemde hâkimiyetleri altındaki topraklarda darüşşifalar, bakımevleri hamamlar yaptırmışlardır. Bunlardan ilki Alparslan tarafından Nişabur’da yaptırılmıştır. Melik Şah Bağdat’ta Bimaristan-ı Tutuşi, Selahaddin Eyyubi Kahire’de, Fustat ve Akka’da Nureddin Zengi Halep ve Şam’da hastaneler yaptırmıştır. Sağlık tesislerinin vakıflar biçiminde yapıldığı bu dönemde devletin yönlendirmesi sonucu; özellikle de ticaret yolları üzerinde bir hayli çok sayıda sağlık tesisi hizmete sokulmuştur. Özellikle II. Kılıçarslan (1156-1192) ve Alaeddin Keykubat(1220-1237) zamanında Türk-İslam dünyasından davet edilen ilim ve sanat adamları, Anadolu’ya yerleşerek bilim ve sanatın ilerlemesine yardımcı olmuşlardır. Üzerinde yaşadığımız topraklar üzerinde, yaklaşık bin yıldan beri üç büyük Türk devleti kurtulmuştur.     

       Türklerin Anadolu’ya girişi Malazgirt Savaşı’nın kazanılmasıyla, 1071 tarihiyle başladığı kabul edilmektedir. Türklerin Anadolu’da yerleşmeleriyle birlikte bazı imar faaliyetleri görülür. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde hanlar, hamamlar, köprüler, camiler, medreseler kurulmuştur.  Selçuklular döneminde, bir “Hekimbaşılık makamının bulunduğu söylense de bu konuda tarihsel bir belgenin varlığı söz konusu değildir. Bunun yanında, Selçuklu hükümdarları gerek gördüklerinde kendi tıbbi bakım ve tedavileri için hekim görevlendirmişlerdir. Selçuklu döneminde benimsenen tıp anlayışı İslam tıbbının özelliklerini taşımaktadır. Hipokrat, Galen gibi hekimlerin tıp anlayışını benimseyen İslâmi tıp anlayışı Anadolu Selçuklu döneminde de etkisini sürdürmüştür. Bu dönemde Anadolu’da bulunan hekimler göz ile ağız ve diş tedavisine önem vermişlerdir. Göz hastalıkları için “kehhal” adını taşıyan hekimler bulunmaktadır. İç hastalıklarına ilişkin tedaviler daha çok ilaçla yapılırken cerrahi nitelikteki müdahaleler kırık-çıkık, incinme, çıban, ur, yaraların tedavisi gibi müdahaleler şeklindedir.

 

  Selçuklularda Tıp Eğitimi ve Hastaneler 


     Kurdukları imparatorluğun, doğu ile batı arasındaki kervan yollarının üzerinde olduğunu bilen Selçukluların, bulaşıcı hastalıkların, sivil halk ve ordu için büyük tehlikesini düşünerek, henüz en başında, Tuğrul Bey ve Alp Arslan devirlerinde birer tıp merkezi niteliğinde hastaneler tesis etmeye başladıkları görülür.  Selçuklular savaşlarda harap olmuş hastaneleri tamir ettirtmişler, ordu için seferlerde deve ile taşınan seyyar hastaneler kurmuşlardır. Malazgirt Zaferi’nden sonra Anadolu’ya yoğun Türk göçleri olmuş, kısa zamanda Türk yurdu olan bu toprakların ticari yolları barındırması sebebiyle Selçuklular zengin bir devlet oluşmuştur. Kervan yolları üzerinde nüfusları yüz bini aşan Kayseri, Sivas, Konya gibi şehirler önemli medeniyet merkezleri haline gelmiştir. Bu şehirler cami, hamam, medrese, imaret, darüşşifalarla donatılmıştır. 

    Sultan Melik şah devrinde Selçuk ordularında kırk adet, deve katarı ile nakledilebilen seyyar hastaneleri vardı. Nizâmülmülk’ün (1018-1092) inşa edilmesi için emek sarf ettiği yapıtların başında gerek siyasal, dinsel ve bilimsel gerekse sosyal anlamda devlet çıkarlarına oldukça mühim hizmetlerde bulunmuş olan medrese kurumu gelmektedir. O çağın üniversiteleri olan medreselerin kurulması, bu uygarlığın en önemli katkılarından biridir. Dünyada kurulan ilk devlet üniversitesi özelliğindeki Nizamiye Medreseleri kadı, hekim, müftü, nişancı, defterdar, müderris vb. gibi sivil nitelikte devlet memurlarının yetiştirilmesi amacıyla kurulmuştur. Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan devrinde tıp eğitimine de önem verilmiş, 11. yüzyılda kurulmaya başlanan tıp medreselerinde eğitim usta-çırak modeliyle yürütülmüştür. 

     Tıp eğitimi genellikle hastanede tatbiki olarak verilmekteydi. Hekimin etrafında toplanan öğrenciler, onun anlattıklarını dinleyip, hastalar ile kadavralar üzerinde yaptığı uygulamaları görerek hastalıkları tanıyor ve tedavileri konusunda bilgi ediniyorlardı. Daha sonraları medreselerde de tıp eğitimi verilmeğe başlandı. Bunun dışında özel tıp okulları kurularak buralarda bir yandan eğitim, diğer yandan da hastalara hizmet verilmeye başlandı. 

        Büyük Selçuklularda vakıflara bağlı olarak kurulan Selçuklu hastanelerine “bimaristan” adı verilmekteydi. Anadolu Selçuklularında bunun adı “Daru’s-şifa”ve “Daru’s -Sıhha” olmuştur. Bazı yerlerde bu görevi “Daru’l-Âfiye” adıyla bilinen hastaneler yapmaktaydı. Yine hastanelerde her çeşit yolcu ırk, din ve kimliğe bakılmaksızın tedavi edilmekteydi. Ayrıca akıl hastaları için “Tımarhane” adıyla bilinen yerler kurulmuş, insanların huzuru için her türlü tedbir alınmıştı. Bundan başka ordu içinde seyyar hastaneler bulunmaktaydı ki, bunlar 200 civarında bir deve katarının sırtında taşınabilmekteydi. Bu sosyal tesisler kurulmuş yaşlılar ve yetimler için bakımevleri bulunmaktaydı. Yaşlıların barındığı bu evlere “Daru’l-Aceze” yetimlerin kaldığı yerlere de “Daru’l-Eytam” adı verilmekteydi. Selçuklular tıbba çok önem vermişler, bir çok hastane yapmışlardır. 

     Dârü’ş-şifalar en çok Bîmâristan olarak isimlendirilmiştir. Bîmâristan kelimesinin kökünün ne olduğu konusunda iki farklı görüş bulunmaktadır. Birinci görüşe göre “mar” yılan demektir, maristan’da yılan evi, yılan yurdu demektir. Hastaya ise yılansız, şifasız anlamına gelen bîmâr denmektedir. Yılanın ilk çağlardan beri tıpta geniş ölçüde yararlanıldığı düşünülürse, bu görüş kabul edilebilir görünmektedir.  

      Horasan Selçuklu Hükümdarı Alpaslan Oğlu Melikşah babasının veziri Nizamül'mülk ile ilme ve tababete büyük hizmet etmişlerdir. Bağdat’taki medrese meşhurdur. Sultan Mehmed Bin Melikşah devrinde Selçuk ordularında kırk adet, deve katarı ile nakledilebilen seyyar hastaneler vardı. Her iki hükümdar zamanında da Horasan, İran, Azarbeycan ve Irak'da yaptırılan hastahâne ve imâretler aynı zamanda kıymetli birer sanat eseridirler. Bağdat’taki Adudî hastâhânesi bu devirde pek meşhurdur. Burası yüksek bir tıb okulu ve serîrîyâtıdır. Tıbbî konular tartışır, araştırmalar yapılırdı. 

      Anadolu’daki medreselerin ilk örnekleri Artuklu ve Danişmentli kültür çevrelerinde karşımıza çıkmaktadır. Artuklular Diyarbakır, Harput, Mardin, Urfa, Danişmentliler Amasya, Çorum, Kırşehir, Malatya, Niksar, Sivas, Tokat, gibi merkezlerde hâkimdir. Bir başka deyişle, Artuklular Güneydoğu Anadolu, Danişmentliler Orta, Doğu ve kısmen Karadeniz bölgelerinde yerleşmiştir. Coğrafyanın farklılığı medreselerin plan şemalarını da etkilemiştir. Türkiye’nin en sıcak kentleri olan Diyarbakır, Mardin ve çevresindeki medreselerde açık ve büyük bir avlu tercih edilirken, Tokat, Niksar ve Konya gibi merkezlerde karasal iklimin yaşanması nedeniyle bazı medreselerde avluların üzeri kapatılmıştır. İslam dünyasında ve Ortaçağ Anadolu’sunda medreselerin tüm ihtiyaçları vakıflar tarafından karşılanmaktadır. 

        Anadolu Selçuklu döneminde, başkent Konya ile Kayseri ve Sivas kentlerinden günümüze ulaşan oldukça anıtsal boyutlarda medreseler ile darüşşifalar bulunmaktadır. Selçuklu sultanlarından I. Gıyaseddin Keyhüsrev, Kayseri’deki Gevher Nesibe Darüşşifası/Hastanesi ve Tıp Medresesi’ni, oğlu I. İzzeddin Keykavus ise Sivas’taki Keykavus Darüşşifası’nı inşa ettirmiştir. Selçuklu vezirlerinden Celaleddin Karatay, Konya Karatay, Sahip Ata Fahreddin Ali Sivas Gök Medrese, Sipehsalar/Ordu komutanı/Çaşniğir ve Atabeylik gibi görevlerde bulunan Şemseddin Altun Aba Konya Şemseddin Altun Aba, Lala Bedreddin Muslih ise Konya Sırçalı medreselerini yaptırmıştır. Buna göre  darüşşifası/hastanesi olan medreselerin dönemin sultanı/hükümdarı, bir başka deyişle yöneticisi tarafından yaptırıldığı gözlenmektedir. Dönemin büyük boyutlu medreseleri ise vezirler ve diğer devlet adamları tarafından yaptırılmıştır. 

Selçuklular zamanında Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde peş peşe hastaneler kuruldu ve bu sağlık kurumlarında becerikli hekimler yetişerek görev yapmaya başladılar. Ayrıca her hastanenin yanı başında bir hamam bulunuyordu. Anılan sağlık kurumlarında genel olarak tedavi için ayrılan hasta odaları, doktor ve hastabakıcı odaları ve eczaneler bulunuyordu. Aynı zamanda Selçuklular zamanında akıl ve ruh hastalıklarının tedavisinde de önemli gelişmeler kaydedilmiştir. 

Selçukluların önemli şehirlerinden ve hükümet merkezi olan Konya’da sağlık kurumları, insan hayatı ve sağlığı yönünden önem arz ettiğinden yöneticiler tarafından büyük destek görüyordu. Burada halka sağlık hizmeti veren Dâru Şifâ-i Alâî en önemli kurum olarak karşımıza çıkmaktadır. Burası çok sağlam bir yapıya sahipti; şehir surları dışında yer aldığı bildirilen bu sağlık merkezi halkın her kesimine hizmet veriyordu. 

      Tıp fakültesi ve hastaneyi aynı binada birleştirerek dünyada bir ilki teşkil eden, Anadolu Selçuklu hükümdarlarından meşhur II. Kılıç Arslan’ın kızı ve I. Gıyaseddin Keyhüsrev ’in kız kardeşi olan Gevher Nesibe Sultan’ın adına yaptırılan Gevher Nesibe Darüşşifası, Anadolu’ da yapılmış Selçuklu darüşşifaları ve medreseleri içinde en seçkin olanıdır. Bu darüşşifa halk arasında genellikle Gevher Nesibe Hatun Darüşşifası, Çifte veya İkiz Medreseler adıyla; ayrıca Kayseri Darüşşifası, Şifa Hatun Medresesi, Kayseri Tıbbiyesi, Gevher Nesibe Hastanesi, Darüşşifa Medresesi gibi farklı isimlerle de anılmaktadır. Yapı batıda şifahane ve doğuda medrese olmak üzere yan yana yapılmış iki blok halindedir. Şifahane kısmının batı tarafında akıl hastalıkları bölümü yer alırken, medrese kısmının kuzeydoğu köşesinde Gevher Nesibe’nin kümbeti yer alır. İki kapı üzerinde de kitabe bulunmaktayken bunlardan yalnızca şifahanenin üzerinde bulunan kitabe günümüze kadar gelmiştir. 

      Türkiye Selçuklu yönetimi, hastane ve diğer sosyal yardım kuruluşlarının yapımına da özel önem vermiştir. Örneğin bunun bir örneği 1205 yılında yapılmış olan Kayseri’deki Gevher Nesibe Hatun Hastanesidir. I. Keykavus tarafından yaptırılan Dar-üş Şifa, 100’den fazla dükkan ile sahip olduğu vakfiyesinin  büyüklüğü ile dikkat çekicidir. Yine Konya’da I. Alaeddin Keykubat tarafından yaptırılan Dar’üşşifai Alai, 1228’de Divriği’de Behram Şah’ın kızı Turan Melek, Çankırı’da 1235’de Atabeg Ferruh, Amasya’da 1266’da Toruntay, Kastamonu’da 1272’de Pervaneoğlu Ali, 1275’de Tokat’da Muhinettin Pervane, 1308’de Amasya’da Sultan Olcaytu ve tarihi bilinmeyen Aksaray hastaneleri Selçukluların yaptığı en başta gelen hastaneler durumundadır. 

     İhtisas medreseleri, hizmetlerine göre; Dârü’l-Hadis, Dâru’t-Tıp ve Dâru’l-Kurra olarak üç grupta toplanmaktadır. Sivas’taki Çifte Minare Medresesi Dârü’l-Hadis iken Dâru’ş-şifâ Medresesi, isminden de anlaşıldığı üzere Dâru’t-Tıp grubundadır. Dâru’ş-Şifâ Medresesinde de tıp eğitimi ve tedavisi birlikte görülmektedir.   

Dünyada kurulan ilk devlet üniversitesi özelliğindeki Nizamiye Medreseleri başka medreselerde öğrenim görmüş olanlar, bilgi ve görgülerini arttırmak için Nizamiye Medreselerine müracaat ederlerdi. Nizamiye Medreselerinin maddi olanakları ve hocalarının bilimdeki şöhretleri nedeniyle Azerbaycan, Tiflis, Yemen Mısır, Mağrip ve Endülüs’ten insanlar buralara gelerek bilim öğrenmişler, sonra memleketlerine dönerek Nizamiye misyonunu oralara taşımışlardır. Böylece, Selçuklu ülkesinde Pamir’den Mısır’a kadar bilimsel, öğrenim ve manevî birlik gerçekleştirildiği gibi, bilim insanları arasında kaynaşma da sağlanmıştır. Nizamülmük, en meşhur Selçuklu medresesini Bağdat’ta inşa ettirmiştir. Bu medresenin yapılabilmesi için çok miktarda paralar harcanmasının yanı sıra geliri için de çarşılar, hanlar, hamamlar ve çiftlikler vakfedilmiştir. Bundan sonra, Nizâmiye ekolüne uygun olarak Nişâbûr, Belh, Merv, Herat, Basra, Tus, Amul, Rey, Isfahan, Musul gibi yerlerde medreseler açılmış ve bu medreselerin yanına da çok sayıda değerli kitabın yer aldığı kütüphaneler yaptırılmıştır.  Nizamiye Medreselerinin kurulması kütüphane ihtiyacını daha fazla arttırdığından dolayı, İslam dünyası topraklarında, içinde çok sayıda kitap bulunan kütüphaneler de yaygın hale gelmiştir. Selçuklu medeniyetinin geliştiği Anadolu toprakları da benzer şekilde kütüphane açısından zengin merkezlere sahipti. 

      Selçuklu uygarlığında tıbbın toplumsal boyutuna ve halk sağlığına özel bir önem verilmiş ve kurumsal yapılaşma ön plana çıkmıştır. Bu amaçla egemenlikleri altındaki her yerde sağlık kuruluşları, “Darüşşifalar kurulmuştur. Alparslan tarafından ilk olarak Nişabur’da, Melikşah Bağdat’ta, vezir Ahmed Kaşi tarafından Kâşan, Ebher, Zencan, Gence ve Erran’da hastaneler inşa edilmiştir. Selahaddin Eyyubi Kahire, Fustat ve Akka’da, Nureddin Zengi Halep ve Şam’da hastaneler yaptırmıştır. Bilim tarihi açısından çok önemli bir konu, İslam dünyasında devlet tarafından tesis edilen ilk resmi üniversiteler mahiyetindeki medreselerin ve tıp eğitiminin yapıldığı klinik ve tıp fakültesi niteliğindeki ilk hastanelerin, Selçuklular Dönemi’nde yaygın bir şekilde tesis edilip, bunların bir kısmının yapı olarak da bugüne kadar ulaşan bu türdeki en eski binalar olarak hâlâ ayakta durmalarıdır.

                           Sonuç


        Selçuklu sultanlarının soy ve inanç farkı gözetmeden idare ettikleri milletlere karşı cömert, âdil ve hoşgörülü davranmaları, gayrimüslim halk ile olan ilişkilerinin daha rahat yürütülebilmesine vesile olmuştur. Aynı şekilde diğer Selçuklu devlet adamları da idare ettikleri bölgelerde halkın refah düzeyini yükseltebilmek için büyük bir çaba göstermişler ve bu sayede Selçuklu hâkimiyetinin daha da güçlenmesine destek olmuşlardır. Büyük Selçuklu Devleti’nin ünlü veziri Nizâmülmülk ise, halkın devletle bütünleşmesini sağlayan faaliyetlerin hayata geçirilmesinde önemli bir görev üstlenmiş medrese yapımı ve ikta sistemi gibi uygu lamaların devlet tarafından belirli bir disiplin içinde yürütülebilmesinde önemli emekler harcamıştır.

    Selçuklularda medrese önemli bir yer işgal etmiş; eğitim, medrese teşkilatı sayesinde çoğu zaman mükemmel yürütülmüştür. Devlet, kurduğu bu medreseler sayesinde kendi bünyesinde çalışacak elemanlarının istediği nitelikte olmasını sağlamıştır. Ayrıca burs ve vakıflar sayesinde bir dereceye kadar herkese eğitim ve öğretim imkânı tanınmıştır. Türkiye Selçuklu döneminden günümüze kalan çok çeşitli yapı türü, yerleşik hayat kültürünü ispatlar niteliktedir. Göçebe olduğu iddia edilen bir toplumun, cami, mescit, kervansaray, hamam, medrese, tekke, zaviye, türbe, çeşme gibi yapıları inşa etmesini beklemek çok güç bir durumdur. Ancak Selçuklular ve özelde de Türkiye Selçukluları ilk fetihlerden sonra hemen, vatan kıldıkları bu coğrafyaları mamur kılmaya başlamışlardır. Anadolu Türk kültürünün önemli temel taşlarından birisi olan Selçuklu medreseleri de bu yapıtlardan başta gelenleridir. Selçuklu eğitim sistemi Batıda Avrupa’ya, Doğu Dünyasına ve Selçuklunun mirasçısı olan diğer devletlere yansımıştır. Avrupa’da tıp eğitiminde ve bilimlerin sınıflandırılmasında esas kabul edilen müfredat ayrıntıları Farabi’nin eserlerinin etkisiyle şekillenmiş, İbn Sina’ın el-Kânûn fi’t-tıb eseri en çok ve en uzun süre okunan ve okutulan eser olmuştur. Orta Çağ ve Rönesans döneminde Salerno, Montpellier, Paris gibi tıp fakültelerinde okutulan kitaplar, mezuniyet sınavı, Hipokrat andı, Selçuklular Dönemi’ndeki medreselerle Selçuklu hastanelerinin planları, sadece Avrupa’da değil, Doğu dünyasında ve Batı dünyasında tıbbı, tıp eğitimini ve hastane mimarisini etkilemiştir.


Selçuklularda Tıp Eğitimi ve Hastaneler 


     Kurdukları imparatorluğun, doğu ile batı arasındaki kervan yollarının üzerinde olduğunu bilen Selçukluların, bulaşıcı hastalıkların, sivil halk ve ordu için büyük tehlikesini düşünerek, henüz en başında, Tuğrul Bey ve Alp Arslan devirlerinde birer tıp merkezi niteliğinde hastaneler tesis etmeye başladıkları görülür.  Selçuklular savaşlarda harap olmuş hastaneleri tamir ettirtmişler, ordu için seferlerde deve ile taşınan seyyar hastaneler kurmuşlardır. Malazgirt Zaferi’nden sonra Anadolu’ya yoğun Türk göçleri olmuş, kısa zamanda Türk yurdu olan bu toprakların ticari yolları barındırması sebebiyle Selçuklular zengin bir devlet oluşmuştur. Kervan yolları üzerinde nüfusları yüz bini aşan Kayseri, Sivas, Konya gibi şehirler önemli medeniyet merkezleri haline gelmiştir. Bu şehirler cami, hamam, medrese, imaret, darüşşifalarla donatılmıştır. 

    Sultan Melik şah devrinde Selçuk ordularında kırk adet, deve katarı ile nakledilebilen seyyar hastaneleri vardı. Nizâmülmülk’ün (1018-1092) inşa edilmesi için emek sarf ettiği yapıtların başında gerek siyasal, dinsel ve bilimsel gerekse sosyal anlamda devlet çıkarlarına oldukça mühim hizmetlerde bulunmuş olan medrese kurumu gelmektedir. O çağın üniversiteleri olan medreselerin kurulması, bu uygarlığın en önemli katkılarından biridir. Dünyada kurulan ilk devlet üniversitesi özelliğindeki Nizamiye Medreseleri kadı, hekim, müftü, nişancı, defterdar, müderris vb. gibi sivil nitelikte devlet memurlarının yetiştirilmesi amacıyla kurulmuştur. Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan devrinde tıp eğitimine de önem verilmiş, 11. yüzyılda kurulmaya başlanan tıp medreselerinde eğitim usta-çırak modeliyle yürütülmüştür. 

     Tıp eğitimi genellikle hastanede tatbiki olarak verilmekteydi. Hekimin etrafında toplanan öğrenciler, onun anlattıklarını dinleyip, hastalar ile kadavralar üzerinde yaptığı uygulamaları görerek hastalıkları tanıyor ve tedavileri konusunda bilgi ediniyorlardı. Daha sonraları medreselerde de tıp eğitimi verilmeğe başlandı. Bunun dışında özel tıp okulları kurularak buralarda bir yandan eğitim, diğer yandan da hastalara hizmet verilmeye başlandı. 

        Büyük Selçuklularda vakıflara bağlı olarak kurulan Selçuklu hastanelerine “bimaristan” adı verilmekteydi. Anadolu Selçuklularında bunun adı “Daru’s-şifa”ve “Daru’s -Sıhha” olmuştur. Bazı yerlerde bu görevi “Daru’l-Âfiye” adıyla bilinen hastaneler yapmaktaydı. Yine hastanelerde her çeşit yolcu ırk, din ve kimliğe bakılmaksızın tedavi edilmekteydi. Ayrıca akıl hastaları için “Tımarhane” adıyla bilinen yerler kurulmuş, insanların huzuru için her türlü tedbir alınmıştı. Bundan başka ordu içinde seyyar hastaneler bulunmaktaydı ki, bunlar 200 civarında bir deve katarının sırtında taşınabilmekteydi. Bu sosyal tesisler kurulmuş yaşlılar ve yetimler için bakımevleri bulunmaktaydı. Yaşlıların barındığı bu evlere “Daru’l-Aceze” yetimlerin kaldığı yerlere de “Daru’l-Eytam” adı verilmekteydi. Selçuklular tıbba çok önem vermişler, bir çok hastane yapmışlardır. 

     Dârü’ş-şifalar en çok Bîmâristan olarak isimlendirilmiştir. Bîmâristan kelimesinin kökünün ne olduğu konusunda iki farklı görüş bulunmaktadır. Birinci görüşe göre “mar” yılan demektir, maristan’da yılan evi, yılan yurdu demektir. Hastaya ise yılansız, şifasız anlamına gelen bîmâr denmektedir. Yılanın ilk çağlardan beri tıpta geniş ölçüde yararlanıldığı düşünülürse, bu görüş kabul edilebilir görünmektedir.  

      Horasan Selçuklu Hükümdarı Alpaslan Oğlu Melikşah babasının veziri Nizamül'mülk ile ilme ve tababete büyük hizmet etmişlerdir. Bağdat’taki medrese meşhurdur. Sultan Mehmed Bin Melikşah devrinde Selçuk ordularında kırk adet, deve katarı ile nakledilebilen seyyar hastaneler vardı. Her iki hükümdar zamanında da Horasan, İran, Azarbeycan ve Irak'da yaptırılan hastahâne ve imâretler aynı zamanda kıymetli birer sanat eseridirler. Bağdat’taki Adudî hastâhânesi bu devirde pek meşhurdur. Burası yüksek bir tıb okulu ve serîrîyâtıdır. Tıbbî konular tartışır, araştırmalar yapılırdı. 

      Türkler XI. yüzyıldan itibaren Anadolu'ya girmişler. Anadolu Selçukluları ve Anadolu beylikleriyle 200 yıl boyunca hükmetmişlerdir. Başlangıçta Büyük Selçuklu Devleti'nin batıya uzanan bir kolu gibi hareket etmişlerse de zamanla bağımsızlaşarak kendi kimliğini bulan Anadolu Selçukluları’nın tıbbında Türkler’ in Orta Asya’dan getirdiği bilgi birikimlerinin yanı sıra İslam medeniyetinin geliştirdiği tıp bilgisi esastı. Anadolu Selçuklularında ve Anadolu Beylikleri döneminde hekimler, muayenehanelerinde mesleklerini yapan o şehrin tanınmış hekimleri, orduda görev yapanlar, halkın kolaylıkla ulaşacağı serbest hekimler öncelikle hizmet veriyorlardı. Ayrıca sağlık konusunda cerrahlar, göz hekimleri, kırık, çıkık tedavi edenler, ilaç yapıp satanlar gibi farklı pek çok kimse de çalışıyordu. Hekimler genellikle medrese tahsili yaptıktan sonra tıbbı seçerlerse kendilerini bu konuda eğitiyorlardı. Tıp Eğitimi İslam medeniyeti döneminde ki medrese eğitiminin bir uzantısı idi. İslam dünyasında tıp eğitimi X. yüzyıllarda hastanelerde pratik eğitimle örgütlenmeye başlamış, XII ve XIII. daha da teşkilatlanarak medrese sistemi ile birleşmişti. X. Yüzyılda yaşayan ünlü hekim Ali b. Abbas el-Mecûsi tıp eğitimine başlayan öğrencilerin teptik bilgilerini eski tıp üstatlarının eserlerini öğrenmeleriyle başladığını söylemiş, hatta bu eserlerin ezberlenmesi gerektiğine işaret etmişti. Bunun sebebi, o dönemde tıp kitaplarına istedikleri her zaman ulaşamamaları ve kaybolmaları halinde hafızalarında kalması amacıyladır. 

      Anadolu Selçukluları döneminde böyle bir eğitim alıyorlardı. Tıp eğitimlerini geliştirmek için Bağdat, Şam, Mısır'a kadar gidip oradaki önemli hekimlerden eğitim alıyorlardı. Daha küçük yerleşim yerlerinde mesleklerini uygulayan serbest tabipler dükkânlarında çalışıyor, o konuyu öğrenmek isteyen çıraklarına pratik tıp eğitimlerini veriyorlardı. Çarşı ve pazarlarda, seyyar olarak tabiplik yapanlar, kendi mıntıkasında her kasabayı dolaşan tabipler de sağlık hizmeti veriyorlardı. 

     Anadolu Selçuklu döneminde, başkent Konya ile Kayseri ve Sivas kentlerinden günümüze ulaşan oldukça anıtsal boyutlarda medreseler ile darüşşifalar bulunmaktadır. Selçuklu sultanlarından I. Gıyaseddin Keyhüsrev, Kayseri’deki Gevher Nesibe Darüşşifası/Hastanesi ve Tıp Medresesi’ni, oğlu I. İzzeddin Keykavus ise Sivas’taki Keykavus Darüşşifası’nı inşa ettirmiştir. Selçuklu vezirlerinden Celaleddin Karatay, Konya Karatay, Sahip Ata Fahreddin Ali Sivas Gök Medrese, Sipehsalar/Ordu komutanı/Çaşniğir ve Atabeylik gibi görevlerde bulunan Şemseddin Altun Aba Konya Şemseddin Altun Aba, Lala Bedreddin Muslih ise Konya Sırçalı medreselerini yaptırmıştır. Buna göre  darüşşifası/hastanesi olan medreselerin dönemin sultanı/hükümdarı, bir başka deyişle yöneticisi tarafından yaptırıldığı gözlenmektedir. Dönemin büyük boyutlu medreseleri ise vezirler ve diğer devlet adamları tarafından yaptırılmıştır. 

        

      

     Gevher Nesibe Tıbbiyesinde Ebû Bekir er-Razi ve İbn Sina tababetin yanında Abdül latif el-Bağdadi, Kutbüddin eş-Şirâzî, Ali Sivâsî gibi hekimlerin yazdığı kitaplarda okutulmuştur.        Eski Yunan ve Roma devrinden birçok kitabın, özellikle Hipokrat ve Galen'in Arapça’ ya tercüme edilmiş eserleri ve onlara karşı yazılmış olan reddiye kitaplarının da okutulduğu bilinmektedir. Kayseri o zaman da Selçukluların bilim merkezidir. 

      Selçuklular zamanında Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde peş peşe hastaneler kuruldu ve bu sağlık kurumlarında becerikli hekimler yetişerek görev yapmaya başladılar. Ayrıca her hastanenin yanı başında bir hamam bulunuyordu. Anılan sağlık kurumlarında genel olarak tedavi için ayrılan hasta odaları, doktor ve hastabakıcı odaları ve eczaneler bulunuyordu. Aynı zamanda Selçuklular zamanında akıl ve ruh hastalıklarının tedavisinde de önemli gelişmeler kaydedilmiştir. 

      Selçukluların önemli şehirlerinden ve hükümet merkezi olan Konya’da sağlık kurumları, insan hayatı ve sağlığı yönünden önem arz ettiğinden yöneticiler tarafından büyük destek görüyordu. Burada halka sağlık hizmeti veren Dâru Şifâ-i Alâî en önemli kurum olarak karşımıza çıkmaktadır. Burası çok sağlam bir yapıya sahipti; şehir surları dışında yer aldığı bildirilen bu sağlık merkezi halkın her kesimine hizmet veriyordu. 

     Selçuklu hükümdarlarından meşhur II. Kılıç Arslan’ın kızı ve I. Gıyaseddin Keyhüsrev ’in kız kardeşi olan Gevher Nesibe Sultan’ın adına yaptırılan Gevher Nesibe Darüşşifası, Anadolu’ da yapılmış Selçuklu darüşşifaları ve medreseleri içinde en seçkin olanıdır. Bu darüşşifa halk arasında genellikle Gevher Nesibe Hatun Darüşşifası, Çifte veya İkiz Medreseler adıyla; ayrıca Kayseri Darüşşifası, Şifa Hatun Medresesi, Kayseri Tıbbiyesi, Gevher Nesibe Hastanesi, Darüşşifa Medresesi gibi farklı isimlerle de anılmaktadır. Yapı batıda şifahane ve doğuda medrese olmak üzere yan yana yapılmış iki blok halindedir. Şifahane kısmının batı tarafında akıl hastalıkları bölümü yer alırken, medrese kısmının kuzeydoğu köşesinde Gevher Nesibe’nin kümbeti yer alır. İki kapı üzerinde de kitabe bulunmaktayken bunlardan yalnızca şifahanenin üzerinde bulunan kitabe günümüze kadar gelmiştir. 

      Yine Konya’da I. Alaeddin Keykubat tarafından yaptırılan Dar’üşşifai Alai, 1228’de Divriği’de Behram Şah’ın kızı Turan Melek, Çankırı’da 1235’de Atabeg Ferruh, Amasya’da 1266’da Toruntay, Kastamonu’da 1272’de Pervaneoğlu Ali, 1275’de Tokat’da Muhinettin Pervane, 1308’de Amasya’da Sultan Olcaytu ve tarihi bilinmeyen Aksaray hastaneleri Selçukluların yaptığı en başta gelen hastaneler durumundadır.   

 İhtisas medreseleri, hizmetlerine göre; Dârü’l-Hadis, Dâru’t-Tıp ve Dâru’l-Kurra olarak üç grupta toplanmaktadır. Sivas’taki Çifte Minare Medresesi Dârü’l-Hadis iken Dâru’ş-şifâ Medresesi, isminden de anlaşıldığı üzere Dâru’t-Tıp grubundadır. Dâru’ş-Şifâ Medresesinde de tıp eğitimi ve tedavisi birlikte görülmektedir.   

      Selçuklularda kurumsal yapılaşma ön plana çıkmıştır. Bu amaçla egemenlikleri altındaki her yerde sağlık kuruluşları, “Darüşşifalar kurulmuştur. Alparslan tarafından ilk olarak Nişabur’da, Melikşah Bağdat’ta, vezir Ahmed Kaşi tarafından Kâşan, Ebher, Zencan, Gence ve Erran’da hastaneler inşa edilmiştir. Selahaddin Eyyubi Kahire, Fustat ve Akka’da, Nureddin Zengi Halep ve Şam’da hastaneler yaptırmıştır. Bilim tarihi açısından çok önemli bir konu, İslam dünyasında devlet tarafından tesis edilen ilk resmi üniversiteler mahiyetindeki medreselerin ve tıp eğitiminin yapıldığı klinik ve tıp fakültesi niteliğindeki ilk hastanelerin, Selçuklular Dönemi’nde yaygın bir şekilde tesis edilip, bunların bir kısmının yapı olarak da bugüne kadar ulaşan bu türdeki en eski binalar olarak hâlâ ayakta durmalarıdır. 


                             Sonuç

       Yüzyıllar boyunca Selçuklu ve Osmanlı coğrafyasında karşılıksız hizmetin abideleri olarak mektep, medrese, kervansaray, hamam, cami, aşevi gibi sayısız vakıf eserleri yaptırılmıştı. Temelini inancından alan iyilik mayasıyla yoğrulmuş Anadolu, baştan başa çeşitli şefkat abideleri ile donatılmıştı. Bunlardan birisi de şifahanelerdi. Döneminin hastane yapıları olan bu müesseselerden hangi din, dil, ırktan olursa olsun insanlar ücretsiz tedavi ediliyordu. Gelip geçen yolcu, tüccar, garip ve kimsesizler için yaptırılmış şifa evleriydi. 

       İslam medeniyetinin ilk dönemlerinden itibaren şekillenen darüşşifalar, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde de devam etmişti. Şifa evi, şifa kapısı, sıhhat yurdu, sağlık yurdu anlamına gelen şifahaneler, genellikle “darüşşifa” olarak anılmakla beraber tarihin çeşitli devirlerinde ve değişik coğrafyalarda bîmarhâne, maristan dârülmerza, dârülâfiye, dârüssıhha, şifâhane, bîmaristan, dârüttıp, şifaiyye, tımarhane olarak da adlandırılıyordu.

        Dârüşşifalar genellikle sultanlar, padişahlar veya onların anneleri, kızları için büyük paralarla yaptırılırdı. Bu müesseselerin yaptırılmasına ki amaç “ Allah rızası için" ‘di. İslamiyet’ in en önemli kurallarından biri “insan”a hizmet olduğundan ve insana hizmet edenlerin sevap defterinin öldükten sonra da açık kaldığı inancı hastanelerin yaptırılmasında çok önemli bir amaçtı. 

        Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde sultanlar ve devletin ileri gelenleri tarafından belli merkezlerde inşa edilen ve zengin vakıflarla desteklenen dârüşşifalar, bir hayır kurumu olarak devlete yük olmadan yüzyıllarca halkın sağlığına hizmet etmişlerdi. Avrupa’da hastaların manastır köşelerinde rahipler tarafından tedaviye çalışıldığı bir dönemde, İslam âleminde hastaneler, din farkı gözetmeksizin hizmet veren müesseseler olarak çalışmaktaydı.

     Selçuklularda tıp eğitimi Türkçe yapılmış, ancak bu büyük imparatorluk, birçok badireler atlattığı için tıbbî müesseseler ve eserler dağılıp yok olmuştur. Bugün bu tıbbî eserlerin ve müesseselerin çok azını bilebilmekteyiz.. Selçuklu hastanelerindeki tedavi metotları devrin önde gelenlerindendi. Tıp öğrencileri öğrenim süreleri boyunca hastanelerde pratik yapma imkânına sahipti. Tesis edilen hastanelerde ve medreselerde pek çok Türk hekimi yetişmiştir. Hastaneler bir tür vakıf sistemi üzerine kurulmuştu 

Teşekkür ederim.  

Mihriban KAYA 

İstanbul 2020

                           


                        KAYNAKÇA


Keskinbora,  Kadircan, Selçuklu Darüşşifalarında Tıp Eğitimi ve Dünyaya Olan Etkileri,    Usmanbaş Ö, editör. İslam Tıbbı. Ankara: Türkiye Klinikleri; 2018. s.1-14.


Aydınoğlu, Yasemin,  Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü, Selçuklularda Tıp Eğitimi ve            Hastanelerin Avrupa Kültürüne Olan Etkileri, Konya 2009, s.1-4


Kayhan, Hüseyin, Selçuklular Devrinde Tıp Bilimi ve Hekimler Hakkında Notlar, s.156-157


Turan,  Refik, Selçuklu Dönemi Türklerde Sosyal ve Ekonomik Hayat, s.37-38


Kemaloğlu, Muhammet, XI.-XIII. Yüzyıl Türkiye Selçuklu Devletinde Dârüşşifalar, Hikmet Yurdu, Düşünce Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi, Cilt 7, Sayı 13, 2014/1,s.289-301 


Sargutan, Erdal, Selçuklularda Tıb ve Tıb Kuruluşları, s.315-316


Altınbaş, Ayten,  Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar’ da Tıp ve Darüşşifalar, İstanbul 2007, s. 24-26 


Şaman Doğan, Nermin, Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Ortaçağ’da Anadolu’nun Eğitim Mekânları: Selçuklu Medreseleri-Darüşşifalarından Örnekler, s.432


Kılıç, Abdullah, Gevher Nesibe Şifahanesi ve Tıp Medresesi,  2012, s.96


Bakır, Abdülhalik, Türk-İslam Dünyasının Geç Dönemlerinde Tıp Kültürü ve Çalışmaları, s.14-15


Dündar, Munis,  Emekli, Rabia, Şener, Elif,  Anadolu’daki Tıbbın Doğuşu, Dünyadaki İlk Tıp Okulu Olarak Gevher Nesibe Tıp Medresesi ve Darüşşifası, 2019, s.87


Balkanlı, Ali Osman, Selçuklu: Devletten İmparatorluğa Toplumsal ve Tarihsel Taban ve Gelişini, İstanbul 2015, s.41-42


Kaya, Abdullah,  Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Selçuklular Dönemi Sivas ‘ta İlmi Hayat ve İlim Adamları, 2008, s.221